Halis Öğretmen. Muhittin Gümüş
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Halis Öğretmen - Muhittin Gümüş страница 1
Halis Öğretmen
HALİS ÖĞRETMEN
Birkaç gündür annesinin ciğer parçalayan öksürüklerinin daha ne kadar devam edeceğini bilmiyordu Halis. Demlikte kaynayan ıhlamurdan bir bardak içtiğinde, boğazını ve ciğerlerini yumuşattıkça bir miktar kesilen öksürük nöbeti akşam yemeğinden sonra ocak başında yeniden nüksetmişti. Ne kadar da yorulmuştu şu kahrolası öksürükten. Uyku saatine doğru artık takati kesilen Şerife an nenin gözleri kapanmış, karanlık odanın içinde sobadan yansıyan alevin yansıttığı alaca karanlık içinde sessizlik hâkim olunca da uykuya dalmıştı bütün aile. Halis, sabah uyandığında bambaşka bir evde olduğunu anladığında çok şaşkındı. Gözünü açtığında oymalı ve nakışlı tavan tahtalarını ve ikizi Emine’yle küçük kız kardeşi Hatice’nin de ayak ucunda yattıklarını gördü. “Neden kendi evimiz de değiliz?” diyecek kadar da bilinci yerinde değildi. Henüz beş yaşındaki bir çocuk için kışın ortasında sıcak bir yatakta uyumak fena bir yer sayılmazdı. Neden amcasının evindelerdi? Bir tuhaflık vardı ama odaya gelip de soran eden de yoktu. Yataktan yavaşça çıkıp pencereden etrafa baktığında yolun alt kısmında üçgen biçimindeki bahçenin içinde kaynayan kara kazanların altından tüten dumandan kendi evlerinin de görünmediğini fark etti. Yıkanacak çamaşır ve haftalık temizlik için çeşmenin yanındaki yunak ta yanardı bu kazanların ateşi. Arada bir ağlama ve çığlık sesleri geliyordu kulağına… Şaşkındı çocukcağız. Birisi onlara “Sakın bu evden çıkmayın!” demişti sanki. Zaman ilerledikçe meraklı bakışlar artarken bir yandan da ablası Gülendam’ı arıyordu gözleri. Bahçede toplanan kalabalığın da neden oluştuğunu da anlamaya çalışıyordu. Geçen zaman içinde çocukların odasına ne gelen vardı ne giden? Nihayet öğleye doğru kendilerine Rabia Yenge'nin getirdiği sıcak çorbayla mısır ekmeğini yerken bile kardeşler birbirlerine soramadılar “Niçin buradayız?” diye… Hatice, “Anneme gidelim, evimize gidelim!” dediğinde “Anam hasta, o buraya gelene kadar siz bir yere gitmeyin dedi Zeynep yengem. Dışarısı çok soğuk, üşür hasta oluruz biz de…” demişti Emine. Zaman kavramı o yaştaki çocuklar için izafi olmakla birlikte olan olaylarla ilgili bir bilince sahip olacak yaşta da olmadıklarından sadece anneye duyulan özlemden dolayı merakları zirveye ulaşmıştı. “Şerife Ana hastanede… Uzun zaman gelemeyecek” dediklerinde bir çocuk hüznünün tarifi mümkün olmayan görüntüsünü kimselerin resmedemeyeceğini, üç beş sözle de asla tasvir edemeyeceğini anlamak zor değildi. Henüz 10 yaşına girecek olan Gülendam ablaları biliyordu her şeyi… Zaten tembih etmişlerdi ki “Sakın ola ki ikizler ve Hatice bilmesin, duymasın! Bembeyaz kefenin içinde esmer güzeli bir annenin cansız bedenini kardeşlerine anlatabilecek kudreti yoktu Gülendam’ın. Zatürreden vefat eden annenin yerini kim tutacaktı ki?
Halis’in babasının dört öksüz çocukla baş başa kalması, zorluklar içindeki hayatının daha da çekilemez bir hâl almasına sebep olmuştu. O küçük yaştaki çocuklara kim bakacak, kim büyütecekti ki? Tayyar, çaresiz bir hâlde daha iyi yaşamaktan ziyade her canlı gibi hayatta kalmak için bir çare arıyordu. Çocuklar amcaoğullarının, kayın biraderlerinin evinde veya yakın komşularının yardımıyla karınlarını doyursa da onlar için anne gibisi yoktu elbette. Anneye en çok ihtiyaç duydukları zaman annesiz kalmak pek zor gelmişti. Sıkıntılı geçen üç beş yıl içinde evlenmeye çalışmıştı. Neticede 35 yaşını geçmiş Tayyar, Erbaa’nın uzak köylerinden 18 yaşındaki güzeller güzeli bir kızla evlenmiştir ve onun da ilk hanımının adıyla aynıdır. Şerife; tombul yanaklı, çekik gözlü, fındık kurdu gibi, hanım hanımcık biridir. Tecrübesiz ve toy bir kadıncağızdır. Gurbette o yaşta gelin olmak kolay değildir elbet. Kader onu bir yokluktan alıp başka bir yokluğa gelin etmişti. İlk çocuğu Selim’i doğurduktan sonra kocasından tek isteği ailedeki bütün çocukların ve bundan sonra dünyaya gelecek evlatlarının geleceği için şehre yerleşmekti. Şehirde düzenli iş bulup çalışmak için tarlaları, evi ocağı, malı mülkü satıp Turhal’a yerleşmeye karar verdi Tayyar. “Şeker fabrikasında işe girerim, belki bir iş kurarım ve çocuklara da iyi bir gelecek hazırlarım.” diye düşünüyordu. “Bir ev yeri kadar bahçen olsun. Her yeri satma!” diyen amcasını bile dinlememişti. Sanki fakirliğin tek sebebi köyde yaşamaktı. Oysaki 1950’lilerin küçük bir şehrinde hayat çok mu güzeldi? Bir fabrika, bir maden… Başka? Her şey ancak çalışarak elde edilebilirdi.
Nihayet göçtüklerinde şehirdeki hayatın farklı olduğunu her gün hissetmişti. Kendi eviniz ve sabit geliriniz yoksa hayat çekilemez ve yaşanamaz oluyordu. Köydeki bütün mal varlığını satıp parasını da yavaş yavaş eritmeye başlayınca hiçbir şeysiz ortada kalmaktan korku ve endişeye kapılmıştı Tayyar Ağa. Halis’in okul çağı gelip geçtiği hâlde onu yaşı büyük diye okula kabul etmiyorlardı. Bunu öğrenen şehrin eski Belediye Reisi Raif Yazgan duruma müdahale ederek Atatürk İlkokulu Müdürü Ali Ergenekon’a rica edip Halis’i okula kaydettirdi. Herkes tarafından sevilen, takdir edilen ve fukara babası Belediye Reisine Raif dede derdi Halis de. Raif dede, Halis’in okula başladığı gün sevincinden okulun duvarına yaslanmış ağlıyordu. Onu ilgiyle seyreden çocuklar kocaman insanın ağlamasına bir anlam verememişlerdi. Reis dede arada bir okula uğrayıp çocuklara şeker dağıtıyor ve “İyi okuyun! Memlekete iyi adamlar lâzım çocuklar!” diyordu. Yaşıtlarından azıcık büyükken ilkokulu bitirdi ve ardından ortaokul ve liseyi okumak için Tokat’a gittiğinde yaşını bahane ederek okula kabul etmemişlerdi. Sanat Okulunun Ağaç İşleri bölümü dışında seçebileceği bir bölüm de olmadığını söyleyerek okuma azmini zayıflatıyorlardı. Okuyup marangoz olmak yerine hiç zahmet etmeden de marangozhanede ustalık öğrenmesinin mümkün olduğunu biliyordu. Babası yanında olduğu hâlde Halis cesaretini toplayıp valilik makamına çıktı. Reis dedesi ona öyle tembih etmişti çünkü. Vali Hakkı Albayrakoğlu’nun huzuruna çıkmak için vilayet konağına gittiğinde kapıdan girmesi de pek kolay olmamıştı. Nihayetinde insaf sahibi bir görevli Vali Beyle görüşmesine yardımcı oldu. Halis heyecanlıydı ve gördüğü sıcak ilgi ve şefkatten dolayı da mutluydu. Vali Bey de merak etmişti; “Bu kara yağız delikanlı benden ne isteyecek acaba?” diye düşündü ve sordu:
– Nedir evladım arzun?
– Okumak istiyorum Vali Bey…
– Buna mâni bir şey mi var? Okula kayıt ol, oku!
– Maalesef beni okula kayıt etmiyorlar. Leyli meccani (yatılı) okullarda yer yok diyorlar. Ailem Turhal’da, burada kalacak yerim olmayınca yatılı okumalıyım. Ayrıca yaşımın büyük olduğunu söyleyerek kabul etmiyorlar. İlkokula geç başladım ve dolayısıyla geç bitirdim. Altı kardeşiz ve babamdan başka çalışıp kazanç sağlayacak kimsemiz yok.
– Şimdi Maarif Müdürünü arayacağım ve derhal seni önce Erkek Sanat Enstitüsüne, ardından lise kısmını okuyacağın zaman da Muallim Mektebine kaydetmelerini buyuracağım.
– Teşekkür ederim muhterem Valim. Ömür boyu unutmam bu iyiliğinizi.
– Sağ ol evladım. Başarı haberlerini bekleyeceğim. Her karne alışında vilayet konağına gel ve bana göster karneni. Senin velin ben olacağım.
– Şeref verirsiniz Vali Bey.
Vilayet Konağı’ndan çıktıktan sonra sırtından büyük bir yükü yeni indirmiş gibi bir ferahlık ve hafiflikle elindeki Vali Beyin imzasını taşıyan pusulayı sımsıkı tutarak gittiği okulun kapısında -birkaç saat önce kendisini kabul etmeyen- okul müdürünün yardımcısıyla birlikte beklediğini gördü. Saygısızlık olmasın diye içinden geçenleri söylemedi. Babası Tayyar amca ise valiye şikâyet etmiş gibi gözükmenin ezikliğini de hissederek:
– Müdür Bey… Vali Beye ben değil oğlan gidelim dedi de gittik vallahi… Yoksa ne işimiz vardı vilâyet Konağında. Devletin adamını meşgul etmek gibi bir niyetimiz yoktu. Yanlış anlama bizi…
Müdür de günah çıkarır gibi ve yardımcısının da baş sallayarak onu tasdik edercesine:
– Tamam… Kaydını yapacağız bu kara oğlanın! İyi ki valiye gittiniz; yoksa kayıt edemezdik. Vali Bey’in emri başımız üstüne efendim…