Aşağılananlar. Zeyneb Biişeva
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Aşağılananlar - Zeyneb Biişeva страница 19
“– Köpek bile doğup büyüdüğü yeri bırakmak istemiyor! Ama biz bırakıyoruz” dedi Baygilde ağabey derin bir of çekerek.
Yürüyerek arabanın arkasından gelen Serbiyamal korkuyla: “– Evet, kötü kötü konuşma! Burada köyüm diyebileceğin bir yerin vardı sanki! Ne kendi toprağın, suyun ne de bir kardeşin, yakının var. Kimse korumadı seni! Dostun olsalardı haksız yere seni suçla itham edip kovdurmazlardı” dedi.
Baygilde ona cevap vermedi. Ağır olsa da bu sözlerde haklılık payı vardı.
Gerçekten de Baygilde ağabey meşe kovuğundan düşmüş gibi yapayalnızdı bu köyde. Atası da yakın bir dostu da yoktu burada. Anlatılanlara göre çok, çok eski zamanlarda Tolombet, Ekembet, Beyembet, İsenbet adında çok güçlü dört kardeş kahraman varmış. Onlar buradan çok uzakta, batıda geniş, engin bozkırlarda yaşamışlar. Zaman geçtikçe bu dört kahramandan dört boy yayılmış. Bu boylardan her biri bir grup olup doğanın en güzel yerlerini gezmiş. Ekembet, İsenbet, Beyembet yüz kilometre yer geçip, doğuya Ural’ın eteğine gelip görkemli Eyek kıyısında yaşamışlar. Ama en büyükleri Tolombet boyu ekin ekip, ev yapıp, çit çekip tek bir yerde yaşamayı yeterli görmüş. O bomboş çorak bozkırda köy kurmuş, bir yere gitmemişler. Bir vakit çar hükümeti Başkurtların yerlerini köy köy ayırıp onlara paylaştırmış. Bu yer paylaşımı sırasında Eyek kıyısında yazı geçirmekte olan Ekembet, Beyembet, İsenbet boyları oradan bir yer alıp yerleşmişler. Ama Tolombet boyu çorak tarafta, Orenburg’un ayağındaki bozkırda kalmış. Dilediğince gezmek için toprak azalınca, Eyek kıyısındaki boylarla birleşerek, köy olup ekicilik ile yaşamaya başlamışlar. Her bir köye boyunun başındaki kişinin adı verilmiş. Baygilde ağabeyin büyük babası ihtiyar Hayılmış o çorak tarafta kalan Tolombet boyundanmış. Lakin kardeşleri Ekembet, Beyembet, İsenbet’ten ayrı yaşamayı hiç sevmemiş. Böylece sadece yazları boyunu bırakıp, çoluk çocuğunu yükleyerek Ulu Eyek’in kıyısına çıkmış. Sonra kendine en yakın gördüğü İsenbet boyunun içine yerleşmiş. Ama boy kuralları gereği ona buradan toprak verilmemiş.
“– Senin toprağın kendi bozkırında, Tolombet’te” demiş kardeşleri. Hayılmış ihtiyar onlara:
“– Tamam, insana çok fazla toprak gerekmez. Ölsem mezar için bir yer verirdiniz herhâlde” demiş ve burada kalmış. İhtiyara, bomboş çorak yerden gelmiş birine bu görkemli Ulu Eyek kıyısı çok gelmiş. Topraksız ve susuz hâlde burada çok çaresiz kalmış. Hayvanları ölmüş. O ölünce oğlu, Baygilde’nin babası ihtiyar Mahmut ülkesine geri döneyim dese de gidememiş. Çocukları olunca yüz kilometre yeri geçecek hâli kalmamış. Sonra çok geçmeden veba hastalığı yayılınca ihtiyar Mahmut ile karısı aynı gün içinde ölmüş. Baş ucuna temizlenmemiş, parlatılmamış büyük, gri bir taş konulmuş ve bir şeylerle oyarak Arap harfiyle: “Tolombet soyundan Hayılmış oğlu Mahmut, Kazmaş oğlu Hayılmış, İrğele oğlu Kazmaş, Bayğele oğlu İrğele, Yenğele oğlu Bayğele, Tolombet oğlu Yenğele” diye eğri büğrü yedi soya kadar sırayla yazılmış ve Mahmut’ün hangi yılda, hangi yaşta vebadan öldüğünü de ekleyip “âmin!” demişler.
Baygilde ağabey artık yerle bir hizada toprak olmuş bu eski mezarın üstünde duran ve rüzgâr ile yağmurun toplayarak tümsek yaptığı o kuru taştan başka bir şeyi bilmiyordu. Anne babasının kalıp burada işçilik yaptığı sırada onun başka yakınları da ölmüştü. Artık uzak akrabaları olan ihtiyar Şehit ile Sıvakay nineden başka kimsesi kalmamıştı. Onlarla akrabalığının nereden ve nasıl olduğunu Baygilde ağabey de bilmiyordu.
Kimileri “onlar kahraman Beyeş’in soyundanmış, o yakalanınca soyundan olanlar kaçıp etrafa dağılmış ve böyle topraksız, susuz kalmışlar” diye anlatıyordu. Lakin Baygilde ağabey bunların hangisi doğru hangisi asılsız bilmiyordu. Uzakta toprağı, suyu, eşi dostu varmış diyenlere hiç inanmıyordu. O sadece Eyek kıyısındaki İsenbet köyünü biliyor canıyla, yüreğiyle seviyor, orayı kendi köyü sayıyordu. Bu yüzden bugün İsenbet’ten kalkıp gitmesini söylemeleri ona çok ağır ve keder verici geliyordu.
Bir şey ömründe ilk kez böyle yüreğini sızlattı onun. Her seferinde bir fırsat bulup geri dönmüştü. Ama şimdi bir gün buraya dönebilir miydi yoksa dönemez miydi? Yoksa onu böyle ömür boyu geri dönmekten mahrum ederler miydi? Ne kadar ağır! Ne kadar haksızlık!
Köyünü ilk kez bırakıp iş ve yiyecek bulmak için çıktığında Baygilde on iki yaşındaydı. Onun yalın ayak, yalın baş koşarak yanında yürüyen kendir dokuma elbiseli, iri parlak gözlü, mağrur, güler yüzlü çocuk da- onun tek kardeşi- on yaşındaydı. Babasıyla annesinin öldüğü yazdı bu. Onlar köyün ortasındaki küçük, çitli evde tek ablaları olan on beş yaşındaki Gölayşe'yi bırakıp mutluluk aramak için ilk kez ülkeyi gezmeye çıkmışlardı.
“– Baygilde mirza niye beni yalnız bırakıp gidiyorsun? Hiç olmazsa bir ihtiyarla evlendirip git!” diye ağladı Gölayşe onları uğurlarken. Ay gibi yuvarlak ve bembeyaz yüzlü, insana iyilik gösteren, yumuşak bakışlı, yapılı bir vücudu olan lakin küçük bir çocuk gibi riyasız Gölayşe Baygildelerin ailesinin en büyüğüydü. Lakin o Baygilde’yi evin en büyüğü ve hayatını yoluna koyması gereken biri gibi görüyordu.
Köyden çıkıp batıya doğru on on beş kilometre yer geçince çocuklar bir pınar yanında dinlenmek için durdu. Burada günün sıcaklığına bakmaksızın ayağına deri çizme, başına sırmalı börk, üstüne kara keçe giyip belini kırmızı kemerle bağlamış, zayıf, güvercin gibi ufak tefek, yuvarlak gözlü bir adam dinleniyor, mayasız ekmeğini pınar suyuyla yumuşatarak azar azar yiyordu. Baygilde onun çenesinin altındaki keçi halkası gibi sallanan kızıl siğiline, hürmetkâr, saf yüzüne uzunca bakıp, bir şeylere şaşırarak:
“– Ağabey sen neredensin?” diye sordu. “– Nereye gidiyorsun?”
“– Yelekli köyünden” dedi ağabey derin bir of çekerek. “– Karım ölünce üç çocuğum yetim kaldı beyim. Onlara iyi bir anne bulur muyum diye gidiyorum…”
Bu konuşmadan sonra Baygilde’nin aklına birden ablası Gölayşe’nin eskiden söylediği bir söz geldi:
“Baygilde mirza hiç olmazsa beni bir ihtiyara versen. Böyle yalnız başıma nasıl yaşarım!”
Baygilde anlamamazlıktan gelerek:
“– Benim ablamdan başka kimim kaldı bu evde” deyip söylediklerini duymamış gibi yaptı. Sonra bu söylediklerinden yüzü kızara kızara derdini anlatmaya çalıştı. Bu hürmetkâr bakışlı, ufak tefek kişiye Baygilde’nin sözleri iyi gelmiş olsa gerek. Biraz daha düşünüp, gözlerini uzağa dikerek susup oturunca dostça ve anlaşılır bir şekilde:
“– Haydi, karar verelim mirza” dedi.
“– Haydi” dedi Baygilde de. Çok geçmeden üç kişi birden köy tarafına geri döndü. Güneş battığında evde toplanmış, Baygildelerde çay içiyorlardı. Baygilde bir, iki fincan çay içip boğazını temizledikten sonra ciddi bir ses ile:
“– İşte abla, ben sana bir ihtiyar buldum” dedi.
Divanın kenarında çay yapan Gölayşe’nin rengi utancından karamsı kızıla dönüp,