Marguva. Beysenova Şerbanu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Marguva - Beysenova Şerbanu страница 9
“İnsanoğlu dayanıklıdır.” sözünün ne kadar da doğru olduğunu Marguva şu anda idrak ediyordu. Dedikleri gerçekmiş. Yoksa Marguva’nın gördüğü mihnetin haddi hesabı yoktu. Zamanın sinsice yaklaşarak bunları içine alan girdabı bunları nerelere sürüp götürmedi ki… Gerçekten de gücü kuvveti hâlâ tükenmedi mi? Yoksa doktor gencin buna moral vermek için söylediği bir söz mü? Eğer öyleyse Allah ondan razı olsun. Kalan dermanı ne zamana kadar yetecek acaba? Ne kadar daha göreceği gün var?
Demin verdikleri ilaçların tesiri midir, yoksa gerçekten iyileşmeye mi başladı, kendini iyi hissediyordu, dinçleşmiş gibiydi. Yüreğinde düğümlenmiş ağrı da dağılmaya başlamıştı. Evet. Allah’ın verdiği kuvvete bin şükür! Mahmur ve uykulu halden kurtulup kendine gelmişti. Aklına geçmiş günlerin parça parça siluetleri yeniden gelip onu boş yere kederlendirdi.
3
Kün Kösem adlı şehirden döner dönmez Mukan’ın işe girmesi de çok hızlı oldu. Kendi bitirdiği pedagoji enstitüsünde bölüm başkanı olarak göreve başladı. Öğrencilere ders verdi. Üstüne bir de onu takdir edip Yazarlar Birliğinin sekreteri seçtiler. Yazarlar Birliğinin başkanı en tanınmış, o dönemin diliyle ifade etmek gerekirse proletar sınıfın en ateşli sözcüsü Saben idi. Yetenekli, saygın yazarların arası. Mukan da kendi karakterine uygun olarak iki görevini de canla başla, hakkını vererek yerine getirmeye gayret etti.
Mukan, okuma okuma diyerek üç yıl yurt dışında yaşamıştı. O okumaktan başka bir şey bilmeyen zavallının tekiydi. Memleket onlar görmeyeli çok değişmişti. Döndükleri zamanki özlem duyguları ve kavuşma telaşı geçtikten sonra bunu fark etmişlerdi. Eski tanıdıkları onlarla bir araya gelmek istemiyor, konuşmaktan kaçıyorlardı. Tesadüfen rastlaştıklarında bu nezaketle yaklaştığında onların korkuyla etraflarına baktıklarını, neredeyse kendi kendilerinden tedirgin olduklarını fark etti. Başlarda bu durumu çok önemsemiyordu. Artık her şeye kulak kabartmaya başlamıştı.
Radyo gece gündüz aralıksız “Düşman yok deme, yârin koynunda.” diye insanların başının etini yiyordu. Gazeteler halk düşmanlarını bir bir bulup ortalığı birbirine katarak ifşa ediyordu. Düşman nasıl da etrafımızı kaplamış? Nereden gelmiş bu düşmanlar? Genç Sovyet Hükümetine düşmanlık besleyenlerin iyice arttığı yaygarası almış başını gitmiş, felaket bir dönem başlamıştı. Halkı korku idare ediyordu, gönüllere şüphe girmişti. Felaket, bu tutuşan ateşin, alev alev yanan korun içinde mutsuzlaşan bunlara tam da denk gelmesin mi?
Dünkü ağabey dost dedikleri İlyas bunlara kin besler olmuştu. O tutuklandıktan sonra onun oturduğu evi boşaltıp bunlara vermişlerdi. Önceki sahibine kut getirmeyen ocak… Kime hayırlı bir yuva olacak? Kader şimdi bunlarla alay ediyordu. Bu da bir azaplı dünya imiş. Küçük çocukları ile pek çok ev değiştirdikten sonra “Allah herkesin hakkında hayırlısını versin!” diyerek kendilerine verilen eve yerleştiler. Tanrıya yalvarıp yakarıp kendileri için kutlu bir mekân olmasını dilediler. Ama ne yazık ki dilekleri kabul olmamışa benziyordu. Bu güne kadarki gururlanmanız, bu güne kadar gördüğünüz güzel günler yeterli, şimdi başka halleri de bir görün de farkına varın dermişçesine kara bir güç bunları mutsuz, karanlık ve azaplı bir yola özellikle yönlendiriyor gibiydi.
Mukan’ın sevinç ve istekle başladığı işten dertle tasayla eve dönüşleri sıklaştı. Zaten kendisi de çok konuşkan bir adam değildi, iyiden iyiye suskunlaşmıştı. Eve gelir gelmez çalışma odasına geçip saatlerce hareketsiz bir şekilde orada oturuyordu. Onu takdirle övgüyle aldıkları işyerinde huzurunun kalmadığı her halinden anlaşılıyordu. Marguva bunu sonradan anladı. Meğer her gün kötü muameleye maruz kalıyormuş. Üstekiler, halk düşmanlarını ifşa etmiyorsunuz, onlarla mücadele konusunda kılınızı kıpırdatmıyorsunuz diyerek her gün onları hizaya çekiyor, burunlarından getiriyorlarmış. Birliğin birinci sekreteri aceleyle Moskova’ya gitti. Edebî işlerin yoğunluğu nedeniyle o gidişinin ardından uzun süre dönmedi. Zorlu günlerin bütün ağır sorumluluğu sadece yirmi beş yirmi altı yaşlarındaki Mukan’a yüklendi.
Önünde neyin beklediğinin bilinmediği bîmalum bir dünya işte! Bunu bilseydi Mukan da Leningrad’dan dönmezdi. Ahh, keşke!
Kanı kaynayan çağında önce Mukan’ı, uzak bir köşesindeki dünkü göçebe Kazak’ın esmer kır balasını okutup, enstitü bitirtip, oradan da Kün Kösem adlı şehre üç yıl gönderip bilim aşkını doyuran Sovyet Hükümetine inancında en ufak bir zafiyet yoktu. Sovyet Hükümetine düşmanlık besleyenler var dediklerinde buna hiç inanmak istemedi. Şayet varsa da o halde düpedüz kendisine de düşmanlık besleyenler var demektir diye düşündü. Önüne çıkanların hepsini kasıp kavurarak yok eden tehlikeli kara kasırgaya karşı tecrübesiz genç delikanlının dayanması o kadar kolay değildi. Gençliğin verdiği saflığını, siyasetten anlamayışını fırsat bilerek onun bu halinden faydalanan sinsi sistemin düzeni hiç acımadan onu da çarkın içine çekti. Her devirde birileri birilerini maşa olarak kullanır. O dönemde bu iyice artmıştı. Marguva bunu düşündüğünde hâlâ pişmanlık ile ahuzar ediyordu.
Yukarıdan gelen ferman katıydı. Ferman gereğince her gün toplantı, her gün yaygara… Mukan’ı makale yazması için zorluyorlardı. Oturduğu makam da onu buna mecbur ediyordu. Çaresizlikten makale de yazdı. Yazdı demeyelim, yazdırdılar. Yazdırırken de kalemini o dönemin ideolojisinin mürekkebine batırarak yazdırdılar. İşte hepsi buydu, kuru ota kıvılcım sıçramışçasına parlayarak yanmaya başladı. Sevgili Mukan! Onun iftiradan neler çektiğini sadece Allah bilir, bir de Marguva. Bir talihsizlikle ona yapışan yazdığı bir şeyin ömür boyu süreceğini, boynuna kara bir taş gibi bağlanacağını, ahir ömründe yüzünde kara bir leke olacağını kim tahmin ederdi ki…
Hastane odası kararmıştı. Marguva belirsiz bir süre karanlık bir odada yatmayı istemiyordu elbette. Ancak kalkmasına izin yoktu, şimdi çaresiz ona denileni yapıyordu.
“Kızım, yatağımın başındaki lambayı yakar mısın lütfen!” diyerek hemşireden rica etti.
“Tabi teyzeciğim.”
Lambanın loş ışığı odayı aydınlatarak odadaki karanlığı dağıtıverdi. Fakat Marguva’yı daldığı derin düşüncelerden çekip çıkaramadı.
“Teyzeciğim uyuyunuz. Kolunuzdaki iğneden endişe etmeyiniz. Ben başınızda bekliyorum.”
“Uyu dediğinde keşke hemen öyle uyumak kolay olsa ya…”
“Sağ ol evladım!”
Marguva’nın gözleri kapansa da düşünceleri uyanıktı.
4
“Halk düşmanı” diyerek sütün üstündeki kaymağın hepsini yalayıp yutan zulmetin yavaş yavaş onlara da yakınlaştığını o sırada kendileri de bilmiyorlardı.
1938 yılının ağustosu geldi. Bir gün gece yarısında kapı güm güm çalmaya başladı. Mukan kalkıp lambayı yakıp giyinene kadar sabredemiyorlardı, durmaksızın kapıyı yumrukluyorlardı. Ürpererek Marguva da kalktı. Kocası kapıya doğru yöneldi.
“Bu