Sarayda Düğün. Saadet İlhan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sarayda Düğün - Saadet İlhan страница 4
– Stajyerliğim kalktı, dedim.
Tepkisiz kalışından ne demek istediğimi anlamadığını fark ettim. İlave ettim:
– Yani esas öğretmen oldum.
– Yaradan’a kurban. Bey duydun mu? Akif esas öğretmen olmuş.
Yaşadıklarım o gece uykumda bile rahat bırakmamıştı beni. Kabuslarla dolu bir geceden sonra dinlenmek bir yana külçe gibi vücutla okula gittim. Öğretmenler odasında kendime demli bir çay doldururken kapı tıklatıldı. Ardından, uzun, bembeyaz sakalı ve elinde bastonuyla İsmail Ağa kapıda belirdi. Onu iyi tanıyan öğretmenlerden biri:
– İsmail Bey hoş geldiniz, diyerek kalktı, elini sıktı. Bir diğeri oturması için yer gösterdi. Başka biri halini hatırını sordu. Bir öğretmen de daha onun sebeb-i ziyaretini açıklamasına fırsat vermeden “Müdür Bey sabah erkenden ilçeye gidecekti. Birazdan gelir.” dedi.
Öğretmenlerin ona olan hürmeti dikkat çekiciydi.
İsmail Ağa, “Müdür Bey için gelmedim. Akif Bey’i görecektim.” deyince biraz önce tebessüm eden yüzler asıldı.
– Buyurun, Akif Bey benim, dedim.
– Müsaitseniz sizinle görüşmek istiyorum.
Kütüphanenin daha uygun olduğunu söyleyip oraya yöneldim. Kütüphaneye gidene kadar etraftaki öğrenciler uğraşlarını bırakıp gözleriyle bizi takip ediyor, dünkü olayın yankısı olan bu görüşmenin nasıl sonuçlanacağını merakla bekliyorlardı. Benimse kafamda tek bir düşünce vardı: “Bu kadar saygı duyulan, görmüş geçirmiş bir insan nasıl olmuştu da yememiş içmemiş, sabahın köründe torununun terbiyesizliğine gösterdiğim tepkinin hesabını sormaya gelmişti?”
Yaşlı olduğu için kütüphaneye girerken ona yol verdim. Ardından meraklı gözleri dışarıda bırakarak kapıyı kapattım. Odanın her bir köşesini yerden tavana kadar inceledi. Kitaplara hızlıca göz attı. Elindeki bastonuyla duvarın yere yakın kısmına bir iki vurdu. Duvardaki boyaların döküldüğünü görünce:
– Buraya sıva attırmak lazım. Müdür Bey’e hemen söyleyeyim, dedi.
Karşımda sanki çocuğu hakkında konuşacak bir veli değil de müfettiş vardı. Neyi ima ediyordu? Okulun onun sayesinde bu kadar imkana kavuştuğunu mu? Tokat attığım çocuğun köyün ağasının torunu olduğunu mu? Daha konuşmaya başlamadan sinirlerim bozulmuştu. Ona hayatının dersini vermeye karar verdim. Çok zengin olmasına karşın öğretmenle nasıl konuşulacağını bile bilmeyen; milli, manevi değerlere duyarsız bir çocuk yetiştirdiklerini söyleyecektim. Bu tokadın geç kalmış bir tokat olduğunu yüzüne haykıracaktım.
İnsan üzerinde garip bir ağırlığı vardı. Sadece yaşından değil duruşundan da o başlamadan söze giremiyordum. Asık suratımdan olsa gerek, teftişini daha fazla uzatmadan konuya girdi:
– Sizinle tanışmadık. Belki duymuşsunuzdur. Ben doğma büyüme bu köylüyüm. Dedelerimin dedesi de buralı. Köyün büyük kısmı bize ait. Allah verdi. Biz de vatana, millete harcıyoruz. İstiyoruz ki gençler ilimle meşgul olsunlar. Ölünce defterimiz kapanmasın.
İhtiyarların konuşmayı seven hali bu adamda da görülüyordu. Konuya girmesini sabırsızlıkla bekliyordum.
– Oğlum, yani Hasan’ın babası uzak bir köyde imam. Hasan’ı bize emanet etti. Tahsiliyle ben meşgul oluyorum.
Biraz durduktan sonra çabalarının karşılığını alamamış bir insanın hüznüyle:
– Kulağıma geldi ki dün Hasan büyük bir saygısızlık yapmış. Onun adına sizden özür dilerim.
İhtiyarın son cümlesi kulağıma girdikten sonra tepemdeki tavanın bir-iki kez döndüğünü hissettim. Herkesin, önünde el pençe divan durduğu koca İsmail Ağa, yirmi beş yaşındaki yeni yetme bir öğretmen özür diliyordu. Biraz önce onunla ilgili kafamda kurduğum düşünceler buhar olup gitmişti.
– Estağfurullah, diyebildim sadece.
Sonra toparlanmaya çalışarak devam ettim:
– Gençliklerine vermek lazım. Havalar da gevşetiyor çocukları. O gün törende çok zorladılar bizi. Hasan’ın davranışı son damla oldu. Ben de daha yumuşak davranmak isterdim.
Savunmaya hazır bir savaşçı gibi beklerken İsmail Ağa’nın sözleriyle dilimden bu cümleler döküldü.
Belki ikimizin de sözleri daha bitmemişti ama derse giriş zilinin çalmasıyla İsmail Ağa izin istedi. Onu çıkışa kadar uğurladım. Bir eli bastonunda, diğer eli –sanki benden de destek almak istiyormuş gibi- koluma girmiş bir şekilde kütüphaneden çıktık. Bu samimi halimizi gören öğrencilerin şaşkın bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Çıkışta Müdür Bey’le karşılaştık. O da halimize şaşırmıştı. Ayrılırken, “En kısa zamanda ziyaretinize gelmek isterim.” dedim. Memnun olacağını söyledi.
Ertesi gün okul bahçesine daha keyifli girerken arkadan bir öğrenci yetişti. Hasan’dı. Mahcup bir şekilde iki gün önceki olaydan dolayı özür diledi. Dün dedesinin bana yaptığı gibi ben de onun koluna girdim. Sohbet ede ede okula kadar beraber gittik.
HOŞ GELDİN YUSUF
Bizim oralara yaz geç gelir. Yurdun her köşesi ilkbahardan yaza geçişin o tatlı ılıklığını hissederken biz köyümüze baharın girmesini beklerdik. Haberlerde deniz sezonunu açan insanları gördükçe -hele de akşamları- sırtımızdaki yün hırkalara daha bir sokulurduk.
Yine sırtımızda hırkalar sıcak tarhana çorbasına annemin kendi eliyle yaptığı tulum peynirini katık ediyorduk. Babam –benim hiç yakıştıramadığım- tarhana çorbası ve tulum peynirinin arkadaşlığına bayılırdı. Sırf ortada diye peynire yufkamı isteksiz isteksiz götürüyordum. Babam bu ikiliyi büyük bir iştahla yerken anneme:
– Yarın eşeği hazırla, onunla gideceğim, dedi. Annem:
– Niye? Hasan Emmi almayacak mı?
– Sabaha Yusuf gelecekmiş. “Cumadan sonra gelirim.” dedi.
O anda ağzımdaki tulum peyniri sanki bir cennet lokması olup boğazımdan kayıp gitti. Güneşin işte tam o sırada bizim yer soframıza en parlak ışıklarını saldığını hissettim. Benim için bahar gelmişti.
Demek Yusuf gelmişti. Aylardır beklediğim, annesinin komşu kadınlara anlata anlata bitiremediği, -o anlattıkça- beni yeni hülyalara daldıran Yusuf gelmişti. Tarlayla ev arasında arşınladığım yolları gül bahçesine çevirecek Yusuf gelmişti.
Daha