İstanbul. Edmondo De Amicis
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İstanbul - Edmondo De Amicis страница
Burcu Ün, 1991 yılında İstanbul’da doğdu. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İtalya Perugia Yabancı Diller Üniversitesinde kısa süreli dil eğitimi gördü. İtalyan Kültür Merkezinin İtalyanca öykü yarışmasında birinci oldu. 2013 yılından beri İtalyan Ticaret ve Sanayi Odasında çalışmaktadır. 2015 yılında Nicolai Lilin isimli yazarın Serbest Düşüş isimli kitabını çevirdi.
Pera’dan Sevgili Dostlarım Enrico Santoro, Giovanni Rossasco ve Fausto Alberi’ye
“Amigos, es este mi último libro de viaje; desde adelante no escucharé mas que las inspiraciones del corazón.”
VARIŞ
İstanbul’a giriş yaptığımızda hissettiğim heyecan, Messina Boğazı’ndan İstanbul Boğazı’na varana kadar geçen 10 günlük gemi yolculuğumuz boyunca gördüğüm her şeyi neredeyse unutturdu. Masmavi ve bir göl gibi durgun İyon Denizi, günün ilk ışıklarının pembe tonlarıyla boyanmış Mora Yarımadası’nın uzak dağları, gün batımında altın gibi parlayan Yunan takımadaları, Atina harabeleri, Selanik Körfezi, Limni, Bozcaada, Çanakkale Boğazı ve yolculuğum boyunca beni eğlendiren, güldüren pek çok kişi ve olay Haliç’i gördükten sonra zihnimde yavaş yavaş solmaya başladı, eğer şimdi tüm bunları anlatmak istersem hafızamdan çok hayal gücümü çalıştırmam gerekecek. Kitabımın ilk sayfası canlı ve sıcak olsun istediğim için hikâyemi, Marmara Denizi’nin ortasında, gemi kaptanının bana ve arkadaşım Yunk’a yaklaştığı, ellerini omuzlarımıza koyup o sıcak Palermo aksanıyla: “Beyler! Yarın sabahın tan vaktinde İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz.” dediği, yolculuğun o son gecesinden anlatmaya başlamak daha doğru olacaktır.
Ah! Para ve can sıkıntısı ile dolu, yıllar önce aklına esip İstanbul’a gitmeye yeltenerek yirmi dört saat içinde tüm ihtiyaçlarını tedarik eden, bavulunu toplayan ve sanki kırda ufak bir seyahate çıkar gibi sessiz sakin yola koyulan, nitekim son ana kadar rotası belirsiz, Baden-Baden yoluna sapsa daha mı iyi olurdu diye düşünüp duran benim sevgili okurum! Eğer geminin kaptanı size “Yarın sabah İstanbul’u göreceğiz.” derse siz ona soğukkanlılıkla “Ne güzel!” diye cevap verirdiniz. Ancak, bu arzuyu on yıl boyunca içinde besleyip büyütmüş, soğuk kış gecelerini kederli kederli Doğu haritasını inceleyerek geçirmiş, yüz cilt kitap okuyarak onu hayallerinde canlandırmaya çalışmış, Avrupa’nın yarısını sırf diğer yarısını göremediği için kendini avutmak için dolaşmış, bu tek amaç için bir yıl boyunca bir masanın başına çakılıp kalmış, binlerce küçük fedakârlıkta bulunmuş, hesap üstüne hesap yapmış, boş hayaller kurmuş, evdeki savaşa göğüs germiş, nihayet denizin üstünde uykusuzca dokuz gece geçirdikten sonra gözlerinin önüne serilecek o aydınlık ve muazzam görüntünün karşısında, evini terk ederek geride bıraktığı sevdiklerini düşünürken neredeyse pişmanlığa yakın o duygu ile karışan mutluluğu hissetmiş biri olsaydınız, “Yarın sabahın tan vaktinde İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz.” sözlerinin anlamını bilirdiniz ve bu sözlere soğukkanlılıkla “Ne güzel!” diye cevap vermek yerine geminin korkuluklarına korkunç bir yumruk indirirdiniz.
Tüm bu muazzam beklentinin, bir hayal kırıklığına dönüşmeyeceğinden emin olmak arkadaşım ve benim için oldukça büyük bir zevkti. Aslında İstanbul için zaten hiçbir şüpheye yer yoktur, ne yaptığını çok iyi bilen en güvensiz gezgin bile burada hayal kırıklığına uğramayacağına emindir ve geçmişin etkisinin ya da özel bir hayranlığın bununla bir ilgisi yoktur. Bu şehir; şairleri, arkeologları, büyükelçileri, tüccarları, prensesleri, denizcileri, hem Kuzey’in hem de Güney’in çocuklarını hayrete düşüren evrensel ve yüce bir güzelliğe sahiptir.
Tüm dünya, buranın dünyanın en güzel yeri olduğu konusunda hemfikirdir. Seyyahlar buraya vardıklarında akıllarını yitirirler. Perthusier kekeler, Tournefort şehri anlatmak için insan dilinin güçsüz ve yetersiz kaldığını söyler, Pouqueville buranın başka bir dünyadan çalındığına inanır, Croix âdeta sarhoş olmuştur, Vikont Marcellus kendinden geçer, Lamartine Tanrı’ya şükreder; Gautier gördüğü şeyin gerçek olduğundan kuşku duyar ve hepsi de pırıl pırıl bir üslupla tasvir üstüne tasvir yığarak düşüncelerinin yanında ezik kalmayacak kelimeleri seçip bulabilmek için kendilerine boş yere eziyet ederler. Sadece Chareaubriand İstanbul’a varışını şaşırtıcı bir sakinlikle anlatır, ancak o bile buranın evrenin en güzel manzarasına sahip olduğunu söylemeden edemez; ünlü Lady Montagu da aynı cümleyi telaffuz eder ancak ilk sırayı çok meşgul olduğu kendi güzelliğine ayırmak istediğini belli edercesine cümlenin başına bir “belki” ekler. Tüm bu insanlar arasında “Gençliğin en tatlı hayalleri ve ilk aşk rüyaları bile bu büyülü yerlere attığınız o ilk adımla ruhu istila eden tatlı duygunun yanında sönük kalır.” diyen vakur Alman ile “İstanbul’u görenler onun karşısında dehşete kapılır.” diyen bir Bir Fransız âlimi de vardır. Yüzlerce kez tekrar edilen bu ateşli kelimelerin yirmi dört yaşında başarılı bir ressamın ve yirmi sekiz yaşında başarısız bir şairin zihninde yarattıklarını hayal edin. Fakat elbette İstanbul hakkındaki bu parlak övgüler bize yetmediği için denizcilerin de tanıklığına başvurduk. Bu zavallı cahiller bile karşılaştıkları güzelliği anlatabilmek için sıra dışı bir kelime kullanmak ya da karşılaştırmalar yaparak duygularını ifade etmek zorunda hissettiler, gözlerini oraya buraya çevirip parmaklarını ovuşturarak, sesleri sanki çok uzaktan geliyormuş gibi mırıldanıp, artık kelimelerin yetmediği yerlerde halkın şaşkınlığını ifade etmek için kullandığı ağır ve abartılı hareketlere başvurarak kendilerini anlatmaya çalıştılar. Dümen şefi, “İnanın bana beyler…” dedi. “Güzel bir sabahta İstanbul’a giriş yapmak bir insanın hayatında yaşayacağı en güzel şeydir.”
Hava da şansımıza güzeldi, bulutsuz ve ılık bir akşamdı; deniz, geminin kalçalarını hafif bir uğultu ile okşuyordu; direkler ve en incesine kadar gemideki sicimlerin tümü yıldızlarla kaplı gökyüzünün altında hareketsizce uzanıyordu, öyle ki gemi hiç kıpırdamıyordu sanki. Pruvada uzanan bir Türk kafilesi vardı, yüzlerini; beyaz sarıklarına gümüşten bir hale çizen aya dönmüşler keyifle nargilelerini içiyorlardı, geminin kıç tarafında ise her ülkeden birini görmek mümkündü, aralarında gemiye Pire’den binmiş aç biilaç Rum komedyenler de vardı. Anneleri ile Odessa’ya giden Rus kız bebeklerin arasında, dilini anlamadığım için şaşıran ve üç kez aynı soruyu sormasına rağmen hiçbir anlaşılır cevap alamadığı için sinirlenen küçük Olga’nın yüzünü hâlâ görür gibiyim. Bir tarafımda dürbünüyle Marmara takımadalarını arayan, ters dönmüş bir boruyu andıran şapkasıyla şişman ve pasaklı bir Rum papazı, diğer tarafımda üç gündür ağzından tek kelime çıkmayan ve kimsenin yüzüne bile bakmayan, bir heykel gibi soğuk ve kaskatı Protestan bir İngiliz rahibi, önümde, biri onlara bakar bakmaz, yüzlerini hemen denize dönüp yandan göstermek isteyen kırmızı şapkalı ve omuzlarından dökülen örgülü saçlarıyla iki güzel Atinalı hanım, biraz daha ileride parmakları arasında Doğu işi bir tespihin boncuklarını dolaştıran Ermeni bir dükkân sahibi, eski zaman kostümleri giyinmiş bir grup Yahudi, beyaz iç etekleriyle Arnavutlar, vara yoğa kederlenen bir Fransız mürebbiye, yüzlerinden ne nereli oldukları ne de ne iş yaptıkları anlaşılamayan birkaç yolcu ve tüm bu insanların ortasında, tentelerin altında ve döşeklerin, desenli yastıkların üzerinde, şekil şekil, renk renk bir sürü ıvır zıvırın arasında birbirine dolanmış oturan fesli bir babadan, başörtülü bir anneden ve şalvarlı iki küçük kız çocuğundan oluşan küçük bir Türk ailesi vardı.