Araba Sevdası. Recaizade Mahmut Ekrem
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Araba Sevdası - Recaizade Mahmut Ekrem страница 3
Bihruz Bey, anasının babasının biricik evladı olduğu için zaten pek şımarık büyütülmüştü. Paşanın zenginliği, oğlunun her istediği şeyi kolayca elde edebilmesine elverişli olduğu gibi gençlik icabı bazı aşırı temayülleri de hiçbir taraftan dizginlenmediği için, Babıali’deki görevine gidip gelmeyi de günden güne seyrekleştirmeye başlamıştı.
Kaleme gitmediği günler ise saçlarını kestirmek, terziye elbise ısmarlamak, kunduracıya ölçü vermek gibi hiç eksik olmayan vesilelerle Beyoğlu’nda, ötede beride vakit geçirir; cumaları, pazarları da sabahleyin özel öğretmenleriyle yarımşar saat, ders müzakeresinden sonra evden fırlar; o mesire senin, bu mesire benim akşama kadar haylaz haylaz sokakları arşınlar dururdu.
Babasıyla birlikte vilayetlerde bulunduğu günlerde en büyük zevki -sırmalı elbiseler içinde, midilli veya at üstünde- arkasında çifte çifte uşaklarla sokak sokak gezip dolaşmaktan ibaret olan bu cici bey, İstanbul’a geldikten sonra üç şeye merak sarmıştı: Birincisi araba kullanmak, ikincisi alafranga beylerin hepsinden daha şık, daha süslü gezmek, üçüncüsü de Beyoğlu’ndaki tatlısu Frengi berberler, kunduracılar, terziler ve gazinolardaki garsonlarla, başını gözünü yararak Fransızca konuşmak…
Kışları Süleymaniye’deki konaklarında, yazları da Küçük Çamlıca’daki köşklerinde otururlardı. Kendisi gibi asil geçinenlerin rağbet göstereceği hiçbir gezinti yeri yoktu ki bu küçük bey, en son modaya uygun giyinmiş olduğu hâlde, bazen yağız, bazen kır bir çift at koşulu dört tekerlek üzerinde, üstü ve yanları açık, süslü bir peykeden ibaret olan ve seyis oturmaya mahsus yeri arka tarafında bulunan arabasıyla orada boy göstermesin…
Kış ortasında, mesela zemheri içinde, bir açık hava görünce sırtında sadece süse zarar vermemek düşüncesiyle giyilmiş, dar ve incecik bir ceket, yine sadece şık görünmek arzusu ile dizlerinin üstünde bir kadife örtü bulunduğu hâlde, Beyoğlu Caddesi’nde, Kâğıthane yollarında araba kullanmak hevesiyle, en şiddetli poyrazın karşısında tiril tiril titreyen Bihruz Bey, yazın da mesela ağustos ortasında, otuz otuz beş derece sıcak günlerde Çamlıca, Haydarpaşa, Fenerbahçe yollarında yine o hevesle, en kızgın güneşin altında haşım haşım haşlanır ve fakat bu işkenceleri kendisi için en büyük zevk sayardı. Bihruz Bey her nereye gitse, her nerede bulunsa maksadı görünmekle beraber etrafı da görmek değil, yalnız ve sadece kendini göstermekti.
Nihayet … Paşa’nın ölümü üzerine bu züppe oğlan birden yirmi sekiz bin liralık bir mirasa konarak hareketlerinde de serbest kalınca büsbütün ne oldum delisi oldu. O koca serveti en kısa zamanda silip süpürecek müthiş bir sefahat âlemine daldı. Çünkü annesinin bu çocuk üzerinde öteden beri en küçük bir otoritesi yoktu. Kocasının ölümü ile oğluna ve kendisine kalan büyük servetin iyi bir şekilde idaresi için yakın akrabadan bazılarını işe karıştırmak gibi tedbirlere başvurduysa da müspet bir sonuç elde edemeyeceğini çabuk anladı ve bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Üstelik oğlunu da tamamen kendi havasına bırakmak zaafını gösterdi. Fazla olarak delikanlıya o bakımdan da sıkıntı çektirmemek düşüncesiyle evin mutfak masraflarını ve işlerinde alıkoydukları bazı emektar adamların aylıklarını kendi gelirlerinden ödemeye razı oldu.
Mirasyedi beyefendinin kendi sefahat masraflarından başka hemen hiçbir masrafı yoktu. Eline her ay yüz elli altın kadar para geçtiği hâlde yine de sefahatine yetmiyordu.
O sıralardaydı ki beyin Arapça ve Farsça özel öğretmenleri, artık soğuk karşılanmaya başladıkları için birer birer konaktan ayaklarını kestiler. Yalnız Mösyö Piyer adındaki özel Fransızca öğretmeni, beyin nabzına göre şerbet veren kurnaz bir ihtiyar olduğundan onun eskisi gibi derslere devamına müsaade edildi ve hatta dört altından ibaret aylığı da altı liraya çıkarıldı.
Hemen bütün mirasyedilerin düşündüğü gibi Bihruz Bey de babadan kalma serveti yemekle bitmez tükenmez sanıyor, har vurup harman savuruyordu. Sonunu hiç düşünmeksizin ulu orta giriştiği ölçüsüz sarfiyata önce paralardan başlandı. Para suyunu çekince İstanbul tarafındaki en az gelir getiren dükkânlar birer birer defedildi. Daha sonra Beyoğlu’ndaki önemli mağazalara sıra geldi. Bunlar da elden çıkarıldı. Gelir namına Galata’da bir han kalmıştı. Nihayet o da okutuldu. Mülk olarak kala kala Süleymaniye’deki konakla Küçük Çamlıca’daki köşkten başka bir şey kalmamıştı. Bu mali çöküntüye rağmen Bihruz Bey, dalmış olduğu sefahat bataklığında arabasıyla, debdebesiyle ve etrafını saran dalkavuklarıyla yuvarlanıp gitmekte hâlâ devam ediyordu. Çünkü annesinin renk renk kadife mahfazalar içinde, çekmeceleri süsleyen mücevherlerine henüz el sürülmemiş, yine valide hanımın şahsına ait diğer beş on parça emlakına henüz dokunulmamıştı.
5
Çamlıca Parkı’nın açılacağını herkesten önce haber alan Bihruz Bey, daha mart başlarında annesini zorlaya zorlaya sayfiyeye taşınmaya razı etmiş ve Küçük Çamlıca’daki köşke taşındıklarının ertesi günü hemen jarden püblik’e9 koşarak içini, dışını alıcı gözüyle incelemiş ve burasının pek alamod10 ve bilhassa şıklığını, alafrangalığını en kör gözlere bile göstermeye pek favorabl11 bir promönad12 yeri olabileceğini anlayınca ekipaj’ını13 biraz daha süslemek için Beyoğlu’nda tedarik ettiği bazı vasıtalarla “Bender Fabrikası”14 mamulatından gayet hafif ve zarif bir araba ile mevcut atlarından ikişer parmak daha boylu bir çift talimli Macar araba hayvanı ısmarlamıştı.
Araba ile hayvanlar, parkın açılışından iki hafta sonra gelip yetişti. Bihruz Bey de hemen o haftadan itibaren her cuma ve pazar günü parkta boy göstermeye başladı.
Araba gerçekten o senenin moda rengi olan gayet açık tatlı sarıya boyanmıştı. İki yanında büyük, süslü ve yaldızlı harflerle “M. B.” markası okunuyordu. Tekerleklerinin çubukları incecik fakat kendisi ziyadesiyle yüksek, zarif, göz alıcı ve halk deyimiyle kız gibi bir şeydi.
Macar atlarının en güzellerinden olan kır hayvanlara gelince; bunların da gerek boyları gerekse renkleri arabaya son derece uygun olduğu gibi koşum takımı da bittabi en âlâsındandı.
Mevsimin modasına göre, bazen koyu bazen açık renkte gayet dar elbisesi, bal rengi eldivenleri, ufarak fesiyle yan taraftan yüzünün yarısı Frenk gömleğinin dimdik duran yüksek yakasıyla örtülmüş, bileklerinden aşağı ellerinin yarısından ziyadesi yine o gömleğin enli ve kolalı manşetleri içinde saklanmış olduğu hâlde, Bihruz Bey arabanın daima seyis yerinde bulunarak hayvanların terbiyesini tutar; parlak düğmeli lacivert ceketi, malta renginde açık ve dar pantolonu, diz kapaklarına kadar çıkan uzun konçlarının yukarıdan tersine kıvrılmış tarafı beyaz, oradan aşağısı siyah çizmeleriyle kurum kurum kurulur; beyinkinden daha açık kırmızı büyücek fesiyle seyis de kendine mahsus yerde oturur, beyefendinin hareketlerine dikkat ederdi.
Binaenaleyh Bihruz Bey’in ekipaj’ı -yukarıda da tarif edildiği gibi-birbiri ardı sıra parkın etrafını biteviye dolaşan müteharrik zincirin birinci iftihar halkası sayılmaya layıktı.
Bihruz
9
Jardin public: Umumi bahçe, park
10
Á la mode: Modaya göre, son moda
11
Favorable: Elverişli, uygun Bihruz Bey de hemen o haftadan itibaren her cuma ve pazar günü parkta boy göstermeye başladı.
12
Promenade: Gezinti
13
Èquipage: Araba takımı
14
O devirde meşhur bir araba fabrikası. (Otomobil henüz yaygın hâle gelmemişti.)