Pembe İncili Kaftan. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Pembe İncili Kaftan - Омер Сейфеддин страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Pembe İncili Kaftan - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

Ben kışlaya gelmek üzere onu terk ettim çünkü şimendifer hattındaki karakollar toplanacak. İhtimal bizim tabur da hareket edecek. Kışlaya geldim.

      Odada kimse yoktu. Hepsi dışarıda oturuyorlardı. Üsküp’ten tren-i mahsus gelecekmiş. Burada bir manastır var! Onun günü imiş… Ben içeride bugünkü intibaları yazdım. Şimdi onların yanına giderek zairlerin geçişini seyredeceğim. Hava o kadar sıcak o kadar sıcak ki ceketle oturamıyorum.

      3 Nisan 1325

      Bugün cuma… Gönüllüler geliyor. Redif taburu toplanıyor. Emsalsiz bir faaliyet! Bütün tabur arkadaşları hareket edeceğimizi ümit ediyorlar. Neferlerimiz hep beyaz külah giydi. Depodaki beyaz dolakları dağıttık. Biz de beyaz külah giyeceğiz. Çarıklarımız yağlandı. Ben kitapları, kâğıtları topladım. Büyük sandığa yerleştirdim. Bir kat çamaşır, esvap ayırdım bavula. Beş senedir bir gün yanımdan ayrılmayan sevgili köpeğim Koton’u, Baytar Mazlum Bey’e bırakacağım. Tamamıyla hazırım. Cuma namazından gelen tabur imamı gayet mühim bir haber verdi. Camide hutbe okunurken Sultan Hamit’in ismi okunmamış. Müftünün emri varmış. Artık onun ismi katiyen hutbelerde geçmeyecekmiş… Bu tuhaf emir beni düşündürdü. Düşündüm ki şimdi İstanbul’da ne kadar vezirler, ne kadar müşirler, ne kadar ferikler, ne kadar paşalar, ne kadar yaverler, ne kadar askerler selamlık resmini ifa ediyorlar; ona, o meşum ve yıkılmaz kuvvete, Allah’ın memleketimizde otuz iki senedir sönmeyen o korkunç ve kırmızı gölgesine perestiş ve tekâpu ediyorlar.

      ....

      PRİMO TÜRK ÇOCUĞU

Yeni Lisan’la Hikâye

      Vatan; ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan,

      Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…

Ziya Gökalp

      Bu serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında meyus ve musdarip Selanik, sanki gündüzki nümayişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş gibi baygın ve sakin uyuyordu.

      Rıhtım tenha idi… Olimpos Palas’ın, Kristal’in, Splandit Palas’ın, diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştü. Katolik kilisesinin hâkim ve müstevli çanı saat üçü vuruyor, hiddetli bir ahenkle bazı yavaşlayarak bazı coşarak devam eden haris tanini karanlıklara yayılıyor, altınlı iktisat ve menfaat rüyaları gören müsterih Yahudi mahallelerinin üzerinde dalgalanıyor, sonra ta yukarılara, mert ve sessiz Türk mahallesinin sık ve geniş çatılarına doğru yükseliyordu. Kenara çarpan siyah köpüklü deniz, hava gazlarının donuk ziyalarından uçan ölüm renginde tenevvürlerin içinde, keder ve elem sedaları çıkararak ağlıyor; sanki bu nihayeti görünmeyen, bu, sabahın açık ve mavi utkusunu, beyaz ve mor sisli Olimp Dağları’nı, o mazi ve esatir vatanını yutan, yok eden muvakkat ademin, bu siyah ve müfteris gecenin gizli kinlerini faş etmek istiyordu… Biraz ötede, tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilerisinde, denize inen küçük merdivenin başında, hareketsiz ve mücessem bir gölge dimdik duruyor; önündeki korkunç karanlığın derinliklerinde fennin, bir hayat ve cesaret nuru gibi dolaşan, görünmez düşmanları arayan büyük gözünü, Karaburun’un projektörünü seyrediyordu. O kadar dalgındı ki… Bekçinin İkinci Cadde’deki yaya kaldırımına intizamsız fasılalarla inen sopasını, geç vakit yeşil masadan dönen zengin ve ecnebi kumarcıların acul arabalarını duymuyor; lastik tekerlekli landolar içinde geniş ve yüksek şapkalarının altına üşümüş gibi büzülen yarım gecelik sarhoş âşıklarıyla dudak dudağa öpüşerek geçen artistlerin, medeni ve necip Garp’ın vahşî Türkiye’ye bir hediyesi olan bu kibar ve mümtaz orospuların arsız kahkahalarını işitmiyordu. Güya bir kısmı eriyerek deniz hâlinde, ayaklarının dibinde fısıldayan bu kesif ve umumi karanlık gözlerinden ruhuna giriyor, bütün damarlarına yayılıyor, kalbine doluyor, şuurunu müphem bir yokluğa döndürüyordu. Bu yokluk içinde bir an, sersem ve hissiz, kaybolurken Karaburun projektörünün birden zuhuru uyuşuk dimağında yeni ve beklenilmez lemalar alevlendiriyor, onu düşünmeye sevk ediyordu. Bu zavallı mütefekkir gölge, gayet muhterem bir genç, Mühendis Kenan Bey’di… Ecnebi ve levanten mahfillerinde, taassup ve hayvanlık denilen Türklükten nefretiyle, Türklüğe yani medeniyetsizliğe karşı olan garazıyla, Avrupa muaşeret kaidelerindeki vukuf ve maharetiyle, nazikliğiyle, şen ve şuhluğu ile meşhurdu. Tahsilini Paris’te bitirmişti. On on bir sene evvel memleketine dönünce -her Paris’ten gelen gibi o da- dolgun bir maaşla İzmir’e gitmiş, orada âşık olduğu güzel bir İtalyan kızıyla izdivaç etmişti…

***

      İşte bu gece ne yapacağını bilemiyordu! Kırk sekiz saatin feci ve inanılmaz tarihi sinirlerine dokunmuştu. İki defa Depo’daki yalısının önüne kadar gitti. Fakat içeri giremedi, tekrar arabaya atladı. Döndü, lanetlerden kaçan bir hain, arkasından koşulan bir mücrim gibi karanlık sokaklarda kaybolmak istedi. Dolaştı, dolaştı… Tekrar rıhtıma çıktı. Hırsız adımlarla deniz kenarına geldi. Uykuda gezen bir adam tavrıyla, “Bu nasıl olur? Bu nasıl olur?” diye sayıklıyor; işittiklerinin, gördüklerinin, gazetelerde, ilavelerde okuduklarının sahih olmasına akıl erdiremiyordu. Acaba bunlar bir rüya, bir kâbus mu idi? Fakat uyanıktı. Bunu duyuyordu. Şişen kalbi göğsünü acıtıyor, rutubetli bir hararet şakaklarını yakıyor, ateşli bir sıtma insafsız ve görünmez birer zehirli kelepçe gibi bileklerini sıkıyordu. Yirminci asrın orta yerinde; fertlerin, cemiyetlerin, devletlerin ve milletlerin hakları tamamıyla taayyün etmiş ümit olunurken bu korsan hücumu beklenilir miydi? Bu ne kadar şeni bir cinayetti… Düşüncelerini daha ziyade ilerletemiyor, beyni uyuşuyor, dizleri kesiliyor, görmek için bir şey arıyormuş gibi karanlıklara bakıyordu.

      O harbi hiç sevmezdi. “Harp, hayattır!” diyen feylesofun kırmızı bir canavardan başka bir mahluk olamayacağını iddia eder, uzviyetteki “mücadele” fiilinin içtimaiyatta, insanlıkta da lazım ve mecburi bulunduğunu fenle, tecrübe ile gösteren Darwin’den nefret ederdi. Hakikate dokunmayarak daima hayal içinde yaşayan o tembel, korkak ve hasta mütefekkirlerin müşterek şiiri, “insaniyet” hülyası onun mezhebi idi. Asıllarını, menşelerini, ikinci sebeplerini bilmediği bir sürü “fazilet” hayalindeki seraptan mabette, dumandan yontulmuş büyük ve vücutsuz putlar gibi yükselir; bu ismi var cismi yok ilahların karşısında o daima ruhuyla secde ederdi. Dokuz senedir masondu… Müfrit ve muhakeme kabul etmez bir saliki olduğu farmasonluktan başka dünyada bir hakikat olamayacağına bütün vicdanıyla kanaat ederdi. Ne anane, ne mazi, ne vatan, ne kavmiyet tanırdı. Irk ve muhit nazariyesini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkâra kalkardı. Ne olduğunu vuzuhla bilmediği bir gaye, “fazilet ve insaniyet” fikri, muayyen ve sabit manası olmayan bu umumi ve müphem iki kelime; bütün mantıklara, bütün muakalelere, bütün fenlere, bütün hakikatlere isyan eden yırtıcı ve vahşi bir din gibi dimağını dumura uğratmış, ruhunu katletmiş, onu müteharrik ve yaşar bir ceset hâlinde bırakmıştı. Evet o, dörtte üç buçuğu Yahudi ve levanten olan sadık kardeşler ve kamarad’ları arasında mühim bir nüfuz ve itibara malik, gayet mutaassıp bir masondu! Yakında “grandmetr” bile olacaktı!

      Birden, “Oh…” dedi. Sanki bu karanlıklardan çıkan görünmez bir el kalbine ateşten bir hançer saplamıştı; hem Selanik’teki İtalyan Mason Locası’na mensuptu… Bunu hatırlamak bütün mevcudiyetini sarstı. Sonra yine düşünmeye başladı. Öleceğini zannetti. Yalnız kalbinin yeniden sıcak bir zehirle dolduğunu, göğsünün parçalanacak gibi acıdığını duyuyordu. Hâl ve tarih birbirine karışarak hezeyan hâlinde dimağına hücum ediyor, meçhul bir ağız tarafından kulaklarına fısıldanıyormuş gibi rabıtalı rabıtasız birçok vakalar aklından geçiyor;

Скачать книгу