Zodyak Karşısında. Percy Greg
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Zodyak Karşısında - Percy Greg страница
BÖLÜM I
GEMİ ENKAZI
Otuz yıldır alışkanlık hâline getirmiş olduğum seyahatlerimin birinde, çok önemli eşyalarımdan birini kaybettim ve bu kayıp, gelişigüzel, İngilizlerin en büyük şeytani karmaşası ya da kıta yolculuklarının ayrıntılı yanlış anlaşılması altında değil, Amerikan sisteminin mutlak mükemmelliği ve demokratik despotizmi altında meydana gelmişti. En iyi Hint romanları yazarının kulisine bir ziyarette bulunmak zorundaydım -ki bu benim için hiç de hafife alınamayacak bir fedakârlıktı- kaybetmiş olduğum zamanı telafi etmek için, aceleyle New York’a doğru yola koyuldum. Bu olay beni, Eylül 1874’ün ortalarında bir akşam, eyaletin başkenti Albany’den yola çıkarak Empire City’e giden bir nehir vapurunun güvertesine sürüklemiş oldu. Aşağı Hudson kıyıları, tıpkı Ren Nehri kıyıları kadar görülmeye değerdi, ancak Amerika bile geceleri bu karanlık suları aydınlatabilecek bir araç tasarlamayı başaramamıştı, sonuç olarak vapurdaki yolcuların konuşmalarını dinlemekten başka hiçbir eğlencem yoktu. Sormuş olduğum bazı kişisel sorular neticesinde, İngiliz olduğunu tahmin ettiğim yolculardan biriyle sohbet etmeye başlayarak ona bir zamanlar Niagara Şelalesi’ne -ki gerçekten bana göre dünyanın tek harikasıydı- ve Montreal’e yapmış olduğum seyahatlerimden bahsettim. Kanada’nın güçlü ve genel anlamda hâkim olan büyük sadakat duygusuna karşı, İngiliz Devleti ve bağlarından bahsettiğim sırada, sohbetimize kulak misafiri olan bir Amerikalı araya girdi:
“Hey, yabancı, eğer biz istemiş olsaydık, almasını da bilirdik!”
“Evet.” diye cevap verdim. “Eğer buna değeceğini düşünmüş olsaydınız! Ancak, bunu yapmış olsaydınız, onlara kendilerine verdikleri değerden çok daha fazlasını vermiş olurdunuz ve İngiliz sömürgecileri dürüst öz saygı konusunda cumhuriyet modelini benimseyen vatandaşlardan hiç de geri kalmazlar.”
“Peki.” dedi adam. “O zaman bedel olarak ne kadar ödememiz gerekiyor, söyler misiniz?”
“Ödeyebileceğinizden daha fazlası değil; sadece Kaliforniya ve Portland’den Galveston’a kadar tüm Atlantik limanları yeterli olacaktır.”
“Hesaplarında haklı olabilirsin, yabancı.” dedi adam seviyeli bir mizahla geri adım atarak; etrafta onların konuşmasına kulak misafiri olan diğerleri de görünüşe göre verilmiş olan cevap karşısında atılmış olan geri adımın adil olduğunu düşünüyorlardı.
“Özür dilerim.” dedi sohbet arkadaşım. “Ülkenizin Amerikalılara çok fazla sebeple atfettiği karakterin bu kadar hoş olmayan bir örneğiyle karşılaşmış olmanızdan dolayı üzgünüm. Çok uzun süre İngiltere’de yaşadım, ancak bugüne kadar benimle bir Amerikalı olarak tanışan hiç kimsenin böyle bir söylemiyle karşılaşmamıştım.”
Bu sözlerin ardından, sohbetimiz çok daha mesafeli bir şekilde devam etti ve yapmış olduğumuz konuşmalar sırasında, karşımda duran kişinin eskiden Konfederasyon Destek Birliğinde bulunmuş, en ünlü düzensiz süvari subaylarından biri olduğunu anladım -Maharbal’ın Afrikalı Hafif Süvari Birliği, dosta düşmana karşı Hanninbal’ın küçük görkemli ordusundan çok daha iyi bir birlik olarak kabul edilmiş, bu özel birimin verimliliği, parlaklığı ve cüretkârlığı hiçbir zaman aşılamamıştı.
Albay A. (okuyucu adını veya gerçek rütbesini neden vermediğimi öğrenecektir) öylesine keskin konuşuyordu ki meraklı sorular sormanızı imkânsız hâle getiriyordu. “Sırrı olan bir Amerikalıya güvenmek ve onu yalan söylemeden yanında tutmak çok zordur.” dedi. Savaş sırasında birçok stratejik muhabere işlerinin yürütülmesinde istihdam edilen ve şifreleri tasarlama ve çözme konusunda büyük ustalık göstermiş olan Binbaşı B. de o anda sohbetimize katılmıştı. Bu konuda aramızda biraz uzun bir tartışma çıktı. Ben Poe öğretisine eğilimi olan biriydim, bana göre deneyimli bir el tarafından algılanamayan hiçbir şifre tasarlanamazdı; arkadaşlarım bu konuda şifre çözücülerin kullandıkları bazı basit yöntemler olduğundan bahsetmişti.
“Poe’nun teorisi.” dedi Binbaşı. “Herhangi bir dilde belirli harflerin, hecelerin ve kısa kelimelerin sık tekrarlanmasına bağlı bir teoridir; örneğin İngilizcedeki ‘e’, ‘t’, ‘tion’, ‘ed’, ‘a’ ve ‘the’ gibi. Yani, ortak kısa kelimelerin ve sonlandırmaların her biri için kısaltmalar getirmek ve kelimeleri ayırmak için anlamsız semboller ekleyerek; ortak bir harf için iki işaret kullanarak ya da şifrenizi düzenleyerek kimsenin aşırı zorluk çekmeden hangi işaretlerin tek başına durduğunu ve hangisinin bir harfin bitip diğerinin başladığı birkaç kombinasyonlu bir şifre düzenleyerek şifre çözücüyü şaşırtmak aynı derecede kolaydır.”
Bazı tartışmalardan sonra, Albay A. kâğıda bir şeyler karaladı ve bana iki satırdan oluşan, benimse görür görmez yazım karakterinden fazlasıyla etkilendiğim bir şifreyi uzattı. “İtiraf etmeliyim ki…” dedim. “Bu hiyeroglifler benim gibi deneyimli bir şifre çözücüyü bile şaşırtacak nitelikte. Yine de burada şifreyi çözmeme yardımcı olabilecek bir ipucuna dikkat çekebilirim. Sadece iki satır olmasına rağmen, boyutlarından ve komplikasyonlarından açıkça kısaltmaları olan üç ya da dört sembol meydana geliyor. Yine de farklı formların çok az ve belli bir kural üzerine tasarlanan bazı küçük değişiklikler ile farklı harflere hizmet için yapıldıkları açıkça ortada. Kısacası, şifre genel bir prensip üzerine inşa edilmiş ve bu prensibin ne olduğunu bulmak uzun zaman alsa da dikkatle takip edilen ve muhtemelen ne olduğunu saptamama yardımcı olacak ipuçlarını veriyor.”
“Siz algılayabilmişsiniz.” dedi Albay A. “Bunu benim keşfetmem çok uzun sürdü. Bu örneği almış olduğum makalenin daha zor bölümlerini deşifre etmeyi başaramadım ancak basit karakterlerinin tümünün anlamını tespit ettim ve sizin çıkarımlarınız kesinlikle doğru.”
Burada sanki çok fazla şey söylediğinin farkına varmış gibi aniden durdu ve konuyu kapattı. Sabahın erken saatlerinde New York’a vardık ve sonrasında Empire City’de seanslar gerçekleştiren ve dostumdan hakkında birçok hikâyeler duyduğum, meşhur bir “ruhani” medyumdan o öğleden sonrası için almış olduğumuz randevuya katılmak üzere birbirimizden ayrıldık. Ancak ziyaretimiz hiç de tatmin edici geçmedi ve tekrar bir araya geldiğimizde Albay A., beni şöyle bir soruyla karşıladı:
“Eh, sanırım bu deneyim sizin kuşkularınızı doğrulamış olmalı?”
“Hayır.” dedim. “İlk ziyaretlerim genellikle başarısızlıkla sonuçlanır ve mizacımın bir seansın başarısını değerlendirmek için elverişsiz olduğu, bana birçok kez söylenmiştir. Bununla birlikte, bazı durumlarda bilinen doğal yasalarla açıklanması pek mümkün olmayan harikalara da tanıklık etmişliğim oldu ve kesinlikle kendi doğrularımdan daha aşağı olduğunu düşünmediğim kanıtlarla tatmin olduğum başka olayları da hem duydum, hem de okudum.”
“Nasıl olur?” dedi Albay A. “Dün gece yapmış olduğunuz konuşmalarınızdan sizin tam bir ateist olduğunuzu düşünmüştüm.”
“İnançlıyım.” diye cevapladım. “Gördüklerimin çok azına inançlıyım. Ancak bu, saf sahtekârlık teorisini silip atmak için pek yeterli değildir. Öte yandan, medyumun karşısında veya seansı esnasında oynanan oyunda herhangi bir ruhani ya da insani bir şey yoktu. Genel anlamda bu varlıklar insana; işe yaramaz, gürültülü, güvenilmez, alaylardan etkilenmeyen, görünüşte karşısındaki insanlara aptalca şeyler yapmaktan zevk alan ve masaları kendilerine doğru döndürürken tamamen kayıtsız kalabilen, geleneksel cinleri hatırlatırlar.”
“Peki ama cinlere inanıyor musunuz?”
“Hayır.” dedim. “Ne masaları döndüren cinlere ne de onların ortaya çıkış şekillerine inanıyorum.