Cem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Cem Sultan - M. Turhan Tan страница 8
O böyle düşünüyordu, tuzağa düştüğünü hatırına bile getirmiyordu. Nasıl bir vazife ifasına memur edildiğini bilmediği, Çelebi ile Nişancı ve Sinan Paşa ile de veliaht arasındaki münasebetleri de hatta tasavvur edemediği için hakikati idrak etmekten çok uzak bulunuyordu. Ağır bir hakarete uğradığını görüyordu ve sadece tahtırevan güzelini göz önünde tutuyordu!
Onu, bu biricik düşünceden ayıranlar yine Sinan Paşa’nın adamları oldu. Gün doğumuna yakın bir zamanda onlar, iki iri yapılı adam, odunluğa geldiler, kapıyı açtılar, şimşek süratiyle ellerini bağladılar, sürüye sürüye götürdüler, bir dere kenarında diz çökerttiler, bir şey söylemeden ve söyletmeden başını kestiler, cesedini suya attılar. Şimdi tahtırevandaki güzelin hayali, o cesetsiz baştaki fersiz gözlerde ve vehmî bir aşkın hüsranı da başsız cesetteki işlemeyen yürekte yaşıyordu.
Sinan Paşa, Leylek Murat’ın öbür dünyaya gönderildiğini yine Hacı Çelebi’nin yanında Cem Sultan’a ait mektubu beraberce okumakta iken haber aldı.
“Âlâ…” dedi. “Bu iş de bitti, şimdi biz İstanbul’u kollayalım, Nişancı Vezir’in orada ne kozlar kırdığını anlayalım, bu kâğıdı da şevketlu hünkâra gönderelim.”
Hâlbuki Nişancı Vezir’in tedbirleri hiç de takdire uygun çıkmadı. Konya’ya gönderdiği ulak, bu suretle kazaya uğradığı gibi Hünkârçayırı’nda bıraktığı ordu da saklanılan hakikati pek çabuk öğrendi, akın akın İstanbul’a indi, Fatih’in ölümünü saklayan vezir aleyhine ayaklanarak onu öldürdü! Yalnız Keklik Mustafa, yolunda arızasız yürüdü, yüz altmış fersahlık mesafeyi dört günde aldı, babasının ölümünü veliahda müjdeledi.
Hikâyemize mevzu ittihaz ettiğimiz Cem Sultan’ın ilk talihsizliği işte bu hadisedir. Eğer Leylek, Keklik’ten evvel Konya’ya varsaydı, Cem Sultan da kardeşinden önce İstanbul’a girebilseydi, Osmanlı tarihinin sahifeleri büsbütün değişirdi. Yavuzlar, Kanuniler sahnede görünmezdi. Mustafalar, Deli İbrahimler, hatta Abdülhamitler vücut bulmazdı. Onların yerinde başka simalar yaşardı ve bildiğimiz hikâyelerin, menkıbelerinin de rengi başkalaşırdı.
Fakat o vakit bu eser de yazılmazdı. Çünkü Cem Sultan, bugünkü hususiyeti kaybederdi, yüksek bir facia mevzusu olmaktan çıkardı. Belki manalı, belki manasız bir bakış ve Leylek Murat’ın yüreğinde o bakıştan husule gelen yanış, bütün bu değişikliklere mâni oldu.
Büyük hadiseler, ekseriya küçük sebeplerden doğar!
UĞURSUZ, UĞUR GETİRİR!
Konya’da şehzade sarayı, bir tarih kitabı kadar düşündürücü eserlerdendi. Karamanoğulları’nın yaptırdıkları bu büyük ev, acı ve tatlı sayısız hatıraların yuvasıdır. Çok düğünler görmüş, çok matemler geçirmiş, dolup boşalmış ve nihayet vali konağı hâlini almıştı. Fakat yine saray adını taşıyor. Çünkü içinde oturan vali, bir prenstir, Fatih’in oğlu Cem Sultan’dır.
Babası tarafından yedi sene evvel Karaman valiliğine tayin olunarak Konya’ya gönderilen prens, henüz yirmi iki yaşındadır. Bununla beraber adını dillere düşürmüştür. Genç ve ihtiyar herkes, onun canlı bir şahsiyet olduğuna tam bir kanaat beslemektedir. Akıllıdır: En karışık meseleleri bir hamlede halletmeyi becerir. Cesurdur: Parslarla pençeleşir. Naziktir: Gönül avlamayı bilir. Kuvvetlidir: Manda yavrularını sırtında taşır. Silahşordur: Sapandan gürze kadar her şeyi mükemmel kullanır. Nişancıdır: At nalını yüz elli metreden okla vurur. Yüzgeçtir: Coşkun suları, yürür gibi geçer. Bilgiçtir: Arapça anlar, Acemce söyler, fıkıhtan çakar, heyetten söz açar, iyi yazar, iyi konuşur.
Yiğitliğe ruhen meftun olan ve büyüklüğü güler yüzlülükle cömertlikten ibaret sayan bir halk için Cem, kâmil bir insan demekti. O, aklın yaşta değil başta olduğunu mükemmelen ispat ediyordu, herkese parmak ısırttırıyordu.
Onun ismi etrafında hayli dedikodular da vardı, sarayında tuhaf eğlenceler yarattığı, kadınlara erkek ve erkeklere kadın elbisesi giydirip birtakım oyunlar yaptırdığı, hovardalıkta çok ileri gittiği söyleniyordu. Fakat bunlar, nihayet birer rivayetti. Ne âyandan ne eşraftan kimsenin onu sarhoş veya çapkın gördüğü yoktu. Hangi yüreklere el uzattığı, kimleri güldürüp kimleri ağlattığı meçhuldü. Kulaktan kulağa sürüklenen fısıltılar hep müphemdi, maddeye istinat ettirilmiyordu.
Cem Sultan, bu dedikodulardan bihaberdi. Yalnız halkın sevgi tarafına kıymet ve ehemmiyet veriyordu. Kendini biraz daha sevdirmek için zaman zaman hamleler yapıyordu. Bütün Konya’da ekmeksiz kulübe, çıplak omuz, yalın ayak bırakmamıştı. Âdeta Hızır rolü oynuyordu.14 Dört yana dağıttığı memurların kimseye sezdirmeden yaptıkları tecessüs neticesinde yoksullara gıda, hastalara ilaç, çıplaklara elbise dağıtıyordu. Borçluları alacaklıların tazyikinden kurtarıyordu, yetim kızlara koca buluyordu ve bütün bunları umulmayan zamanlarda yaparak yardımlarına bir nevi manevi kıymet verdiriyordu.
O devirde Karaman vilayeti birçok Türk aşiretleriyle dolu idi. Cem, onların da ruhi temayüllerini okşamakta maharet gösteriyordu. Sık sık sürgün avları yapar ve aşiret beylerini yanında bulundurarak kendi biniciliğini, atıcılığını, vuruculuğunu onlara lezzetle seyrettirirdi. Bu nümayişler, mahsulsüz kalmıyordu. Her aşiret -yavaş yavaş- Cem’in şahsında bir destan mevzusu görmeye başlıyordu.
Cem, müstebit bir hükümdarın oğluydu, idaresini deruhte ettiği vilayetin mesuliyetsiz amiri mevkisinde bulunuyordu. Ne yaparsa yanına kalabilirdi, kimse kendinden hesap soramazdı. Bu sebeple har vurup harman savurabilirdi. Karaman vilayetini soyup soğana çevirmek elinden gelirdi. Lakin o, adil davranıyordu. Herkes için şefkatli görünüyordu, bir aldığı yere on veriyordu, iradından fazla masraf yapıyordu, borçlarını da babasına ödetiyordu.
Şehzade terbiyesine çok aykırı düşen bu yaşayışın, halka hoş görünmeye çalışmaklığın sebebi, pek mühimdi. Genç prens, Osmanlı saltanatı için kavgaya hazırlanıyordu. Taç, onun için mutlaka erişilmesi ve yakalanması lazım gelen hayati bir serap idi. Ne ay ne güneş, o serabın pırıltısını gözünden silemiyordu. Cem, o cazip hedefe erişebilmek için engin bir yardıma muhtaç olduğunu da müdrikti. Daha çocukken, henüz on üç yaşında iken babası aleyhine bir hükûmet darbesi hazırlamak istemişti, Fatih’in Anadolu’da Uzun Hasan’la çetin bir harbe girişmesinden ve kendisinin de padişah vekili sıfatıyla İstanbul’da bulunmasından istifade ederek böyle bir teşebbüse girişmişti. Yardımcıları yahut yardakçıları iki nediminden ibaretti. Öğütçüsü de anası Çiçek Hatun’du.
Bu dört kişilik heyetin en büyük silahı yalandı. Fatih’in, Uzun Hasan’a karşı mağlup olduğunu, zincire vurulup Diyarbekir’e götürüldüğünü, orada öldürüldüğünü etrafa yayarak güya “darbe-i hükûmete zemin” hazırlamak istiyorlardı. Hâlbuki İstanbul’da kalan muhafız yeniçeriler, acemi oğlanları, bir kısım sipahiler ve bilhassa halk, Fatih’in mutlaka galip geleceğine iman besliyorlardı, padişah
14
Lise muallimlerinden bir zat, talebeden çoğunun cennetle cehennem mefhumlarından bihaber olduğunu söylüyor. Cennetin mamur bir vatandan, cehennemin de ümrana, refaha ve ittihada ermeyen yurttan ibaret olduğunu anlatarak ve aziz memleketimizin on yıldan beri cehennemlikten çıkıp cennet olmaya namzetliğini söyleyerek o mefhumları lisanımızda yine yaşatmak lazımdır. Dilimizde yerleşen cennetle cehennemi bilmeyen nesil, Hızır kelimesinden de bir şey anlamazsa ayıp değildir. Onun için Hızır’ın İslam mitolojisinde ölmeyen, ihtiyarlamayan, temiz yürekli insanlara daima yardım eden kutsi ve muhayyel bir şahsiyet olduğunu tasrih etmek ihtiyacını duydum! (y.n.)