İsfahan'a Doğru. Пьер Лоти

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İsfahan'a Doğru - Пьер Лоти страница 11

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İsfahan'a Doğru - Пьер Лоти

Скачать книгу

Kenarında sazlar perde çekmiş ve birkaç ufak söğüt ağacı yetişmiş, beyaz çakılı yatağı üzerinde yalnız başına ve sazlarının mahçup yeşilliği içinde kimsenin haberi olmadan akıp gidiyor; bu vahşi Füshetabad’ı geçiyor; şüphesiz sonunda daha az yüksek ve daha temiz yerlerde şelale şeklinde dökülecek ve bin temasla kirlenecektir; fakat burada, çok eski ve ilkel yaratılıştan beri değişmemiş olan şu geniş levhanın ortasından geçerken bu berrak suyun vasf ve tarif olunamaz bir bekâret ve mahremiyeti var.

      Üç saat yürüdükten sonra yolumuzun kenarında mazgallı ve tek başına ufak bir kule zuhur etti. Burası bir karakol mevkisi idi ki oradan iki muhafız asker alacaktık. Geçerken durduk. Seslendik, bağırdık, aldıran olmadı. Kapı kapalı kaldı. Nihayet kulenin tepesinde iki mazgal deliği arasında beyaz saçlı ve uzun sihirbaz külahlı bir ihtiyar kafası dikildi. Müstehzi bir seda ile: “Asker mi?” dedi. “Asker mi istiyorsunuz? Buradakilerin hepsi eşeklerimizi çalan haydutları takip için kıra gittiler. Burada başka kimse kalmadı. Siz de vazgeçiniz. Uğurlar olsun!”

      Güneş battığı esnada yeni bir ovanın girişine hâkim ve Kham-Simiane gibi tenha ve kaleye benzer bir kervansarayın kapısında eski peykeler üzerinde akşam yemeği için bekledik. Nihayet vaktiyle birçok şairlerin terennüm ettikleri Şiraz ovasına gelmiştik. Burası Sadi’nin vatanı. Gül memleketi idi… Buradan bakınca akşam karanlığında dâhil olacağımız bu yüksek vaha, letafetine doyulmaz derecede sakin ve vahşi görünüyor. Orada otlar sık ve çiçeklerle doludur. Top top kavak ağaçları, hafif yeşil renkli çardakları andırıyor. Ağaçlarda, çimenlerde nisan ayında bizim memleketlerde görülen aynı renkler görünüyor. Lakin temiz havada bilmediğimiz bir saflık var ve karanlığa gömülen yeşillik cennetinin üstünde etrafı sıkıştıran yüksek dağlar, bu saatte bizim iklimlerimize büsbütün yabancı olan mercan gibi kırmızı bir renk alıyor.

      Hafif meyilli olan bu ovada hava gittikçe daha az sert olduğundan hareketimiz kolaylaşıyor ve dört fersah kadar uzakta serin ve yıldızlı bir gecede yolun her tarafında bahçelerin uzun duvarları sıra ile görünmeye başlıyor: Şiraz’ın mahalleleri! Ses seda yok… Ne bir ışık var, ne gelip geçen…

      Karanlık basar basmaz eski İslam şehirlerinin etraf ve cevanibi Avrupa’da bizim fikir edinemeyeceğimiz böyle fevkalade latif bir sükûnet ve asudeliğiyle sarılır.

      Bu duvarlar yalnız kavak ağaçlarını muhafaza ediyor gibi görünüyorsa da bunlar kervansarayların duvarlarıdır; orada iki üç büyük kemerli kapıyı sıra ile çalıyoruz, yarı açılan aralıktan bir seda boş yer olmadığını söylüyor. Yüksek otlar, beyaz papatyalar, yolları kaplamış. Bu karanlıkta ve bu sessizlikte her şey ilkbahar kokuyor.

      Nihayet uğraşmadan usanarak fukaraya mahsus bir kervansaraya kanaat ediyoruz ve orada ahırların üstünde dökülmüş topraktan bir hücreye sokuluyoruz ki eski ve sefil meskenlerden hiç de farklı değil.

      Bu akşam giremeyeceğimiz bu kapalı şehirde kimseyi tanımadığım gibi otel namına bir şey bulunmadığını da biliyorum. Buşir limanında iken bana mühürlü bir zarf içinde Şiraz saygınlarından tüccarbaşıya bir tavsiyename vermişlerdi. O elbette bana bir mesken tedarik edecektir.

Çarşamba, 25 Nisan

      Şiraz’ın ağır ve kasvetli sükûneti ortasında ilk akşam ve ilk gece nüfuz ediyor. İçine kapandığım boş ve erkenden kapıları kapanmış büyük evin tam nihayetinde bulunan odam bir avluya nazırdır. Orasını şimdiden karanlık basmış; baykuşların fasılalı haykırmalarından başka bir şey duyulmuyor. Şiraz üç kat duvarlarının ve kapalı evlerinin esrarı içinde uyuyor. Sanki karanlıkta altmış veya seksen bin nüfusun yaşadığı bir şehirden ziyade harabeler içinde bulunuyorum. Lakin İslam memleketleri bu derin uykuların ve sessiz gecelerin esrarını bilirler.

      Kendi kendime tekrarlıyorum: “Ben Şiraz’dayım!” ve bunu tekrardan bir haz duyuyorum. Hem haz ve hem de ufak bir ızdırap! Çünkü bu şehir geçmiş asırların bozulmamış tam bir döküntüsü şeklinde kalmakla beraber aynı zamanda en az munis ve en ziyade ayrı beşeri kütleleri cami bulunmaktadır.

      Orada eski yolcuların alışık oldukları ve lakin bütün dünya üzerinde seri taşıma vasıtaları ortaya çıkınca torunlarımızın bilmeyecekleri yabancılık korkusu hâlâ duyuluyor. Buradan nasıl gitmeli, nereden kaçmalı, birdenbire bir vatan arzusu hasıl olduğu, insan kendi vatanını demem yalnız kendi cinsinden adamları ve bizim memleketimizdeki gibi hayatı, biraz asrileşmiş bir yeri görmek ihtiyacını hissettiği vakit buradan nasıl gitmeli? Tahran’a ve Hazar Denizi’ne varmak için yirmi, otuz gün kervanla tenha ve ıssız şimal tarafı aşarak mı, yoksa gene geldiğimiz yoldan İran dağlarının korkunç basamaklarını birer birer inmek, Basra Körfezi dedikleri fırına varıncaya kadar daima artan hararet içinde yalnız geceleri geçilebilen uçurumların içine bir daha dalmak ve sonra kızgın kumları tekrar aşarak sıtma ve sürgün mahalli olan Buşir’e ve oradan Hindistan’a geçmek suretiyle mi?

      Bu yolların ikisi de uzun ve meşakkatli; işte bizim Pirene dağlarının doruklarından daha yüksek bir mevzide ve bu saatte berrak ve fakat ne kadar sakin soğuk bir gece ile çevrilmiş olan Şiraz’da insan hakikaten kaybolduğunu hissediyor…

      Bu şehirde her yer duvarla kapalı olduğundan henüz bir şey görmedim ve ikametimi uzatırsam bir şey görebilecek miyim, diye kendi kendime soruyorum. Buraya biraz masallardaki gibi gözlerini bağlayıp yer altında saraylara götürülen kahramanlar tarzında girdim.

      Bu sabah vürudumuzdan mektupla haberdar olan Tüccarbaşı Hacı Abbas hemen kervansaraya geldi. Yanında şehrin ileri gelenlerinden birkaç kişi vardı. Bunlar uzun libaslı, büyük yuvarlak gözlüklü ve yüksek kuzu derisi kalpaklı, hepsi teşrifata riayet eden kibar tavırlı zevat idi. Dışarıda karanlık hücrenin önündeki tarasada oturduk. Gelincik çiçekleri açmış, otlar etrafı kaplamıştı. Türkçe selamlaştıktan ve hoşbeşten sonra sohbet, seyahat engellerine intikal etti. Bundan biraz müteessir görünerek, “Ne yazık ki sizin şimendiferleriniz henüz bizde yok.” dediler, ben ise kendilerini bundan dolayı tebrik ettiğimden bu icadımın faydası hakkında ne kadar aynı fikirde olduğumuzu tebessümlerinden anladım.

      Kavak ağaçları ve bütün çiçek açmış yemiş ağaçları önümüzde perde gibi yükselerek henüz bir şey anlayamadığımız şehri görmemize engel oluyorlardı. Yalnız bostanlar, otlar, yeşil buğdaylar ve güzel Şiraz ovasının bir köşesi fark ediliyordu. O şehrin ki dünyanın diğer kısımlarıyla muhaberesi yok hükmünde ve bin sene evvelki hayat bugün orada aynı suretle geçerli olmaktadır. Bütün dallarda kuşlar şakrak yuva şarkılarını söylüyorlar. Aşağıdaki hayvanlarımızın dinlendiği avluda katırcılar, yanakları açık havada yanmış halk çocukları, sıhhatli ve sükûnetli bir tavırla yaşamak için vakitleri olan adamlar gibi, kayıtsızca güneşte tütün içiyor veya top oynuyorlar. Ve onların kahkahayla gülmeleri işitiliyor.

      Ben büyük şehirlerimizin karanlık civarlarını, şimendifer duraklarımızı, fabrikalarımızı, düdük seslerimizi ve demir gürültülerimizi düşünüyor ve kömür tozuyla kirlenmiş ve gözleri yorgun ve meşakkat izleri gösteren soluk benizli amelemizi bu neşeli adamlarla mukayese ediyordum.

      Tüccar başı dönmek için müsaade talep ettiği vakit Şiraz’daki çok sayıda hanelerinden birinde ikamet etmemi teklif etti. Anahtarını hemen göndere çekti. Ben terasımda nargile içerek anahtarın gelmesini çok bekledim. Herkes bilir ki Şarklılar, zamanın kıymetini bizim gibi takdir etmezler.

      Nihayet

Скачать книгу