Viyana Dönüşü. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Viyana Dönüşü - M. Turhan Tan страница 24
Kara Mehmet, üç yüz kişilik kafileyi üç bölüğe ayırarak ve mehterhaneyi öne katarak ileriye doğru düzenli bir yürüyüş hazırlarken Bu-din Valisi Gürcü Mehmet Paşa’nın gönderdiği alay sökün etti. Babaları, dedeleri, büyük dedeleri hep Budin’i korumak ve Budin’e daha ilerideki düşman ülkelerinde kazanılmış zaferlerden haleler getirmek uğrunda can vermiş olan on yedi bin asker, harekete getirilmiş ve çeliğe kaplanmış ehram büyüklüğünde birer mermer sınır taşı mehabetiyle elçi kafilesini selamlamaya geliyordu.
Vali Mehmet Paşa, vezir olduğu için elçi paşayı karşılamaya çıkmamıştı, kendini temsil eden kethüdasını göndermişti. Kafile, hiçbir düşman ordusunun o güne kadar yıkamadığı o canlı sınır taşlarının önünden geçti, ova kapısından orta kaleye girdi, paşa sarayına ulaştı. Bağların ucundan kale kapısına kadar giden o uzun yol, seyirciden geçilmiyordu, dişili erkekli binlerce halk üst üste yığılıp İstanbul’dan Viyana’ya selam ve sulh götüren elçi paşayı görmeye savaşıyordu. Bu kalabalık içinde, Türk sefirinin Budin’e geldiğini öğrenip hudut muhafızlarına bildirmek üzere Viyana’dan gelmiş bir heyet de vardı. Onlar, iki yüz elli tanesi baştan başa müsellah olan kafilenin şu durumunda bir elçi dairesinden ziyade bir fatih ihtişamı görerek üzülmüşler ve hemen Budin valisine adam koşturarak bu müsellah haşmetin Viyana’da hoş görülmeyeceğini haber vermişlerdi.
Elçi paşa, o adamın henüz ayrıldığı bir sırada vali sarayına girdi ve Vezir Gürcü Mehmet’ten ilk söz olarak şu cümleleri duydu:
“Seni miskin ve dardağan görseydim hemen cellada verecektim, yerine kethüdamı elçi yapıp Beç’e yollayacaktım. Irzımızı gözetip gösterişli geldiğini Beçlilerin telaşından öğrendim, hazzettim. Buyur, dinlen!..”
Ve kendine yapılan müracaatı anlattı:
“Herifler…” dedi. “Şimdiden tasalanıyorlar. Üç yüz silahlı Türk’ün yerinde üç yüz silahlı yıldırım olabileceğini düşünüp sayınızı azaltmak istiyorlar. Ben tınmadım, hele elçi gelsin, görüşelim, bir şey yaparız, dedim. İçin için de sevindim… Elçi, adam kılığına girmiş devlet demektir. Onun bakışında donanma toplarının heybeti, adımlarında hücuma kalkmış orduların kudreti görünmelidir. İyi bir sulhu ancak böyle bir elçi yapar.”
Elçi paşa, dairesi halkının çokluğundan şikâyet eden Viyanalıları niçin kovmadığını validen sordu ve kendinin mevkisini hatırlattı:
“Ben Rumeli beylerbeyiyim. Kanun mucibince üç bin askerle ata binerim. Hâlbuki nazik davrandım, üç yüz kişi ile yola çıktım.”
Onlar böyle konuşurlarken Evliya Çelebi de Kara Mehmet’i yakalamıştı.
“Ben…” diyordu. “Budin’i daha önce görmüştüm, karış karış bilirim. Yirmi bir camisi, on altı mahalle mescidi, yedi medresesi, yetmiş sebili, beş tüccar hanı, sekiz ılıcası, yetmiş mesiresi vardır. Kanuni Sultan Süleyman bir hamlede bu büyük şehri ele geçirdi, sonra Viyana’ya yürüdü.”
Kara Mehmet. Budin’in azametine hayran olmakla beraber karısının durumunu bir türlü hatırından çıkaramıyordu. Bir aralık elçiden izin alıp orada kalmayı düşündü. Sonra bunu mertliğe yakıştıramadı, Allah’a sığınarak yolunda yürümeye karar verdi. İşin henüz Bülbül Hatun tarafından bile sezilmemesi yüreğine ümit ve kuvvet veriyordu.
Kafile eski Macar payitahtında ancak bir gün kaldı ve Peşte’yi geçip Sengotar, Vayiç, Tarcay, Hiristos, Çapa Pepeçel yoluyla Değirmenderesi Boğazı’na vardı. Bu geçit, korkunç bir yerdi. Yolkesenlikle yaşamak yolunu tutan birçok Macar çeteleri burada pusu kuruyorlardı. Kara Mehmet, elçiden aldığı emirle boğazda öncülük yaptı, şurada burada burunlarının ucu görünen haydutları birer nara ile dağıttı, kafileyi selametle geçirdi.
Artık dinlenmeksizin yürüyorlardı. İki yüz elli bin kişilik ordunun binlerce deveyi, sığırı, katırı ve atı da ardında sürüterek yüz elli yıl önce -bir ağaç devirmeden, bir ev yıkmadan, bir tarla bozmadan, bir çiçek ve bir tutam ot koparmadan- geçtiği bu yolu elçi kafilesi de emin ve neşeli adımlarla aşıyordu.
Toray, Hatvan, Çandar, Kapona menzilleri hep böyle geçildi, Bazma’ya gelindi. Bilgin seyyah Evliya, burada Kara Mehmet’i bir köşeye çekti.
“Ağam…” dedi. “Bu köyün güzeli meşhurdur. Delikanlısı ahuya, genç kızları sülüne benzer. Gözüne biraz cila vermek istersen şöyle bir dolaşalım.”
Kara Mehmet, bu teklifi manasız bulmakla beraber reddetmedi, kafile karargâhından Evliya Çelebi ile ayrılıp köye doğru gitmeye hazırlandı. Aygut’la Gültekin, kendi çadırlarının önünde duruyorlardı, yavaş bir sesle konuşuyorlardı. Onun geveze imamla yürümeye başladığını görünce bağırdılar:
“Nereye ağa?”
Ve cevap beklemeden ilerlediler, biz de geliriz deyip köyde güzel seyretmeye kalkışan iki erkeğe katıldılar. Evliya Çelebi, onların yoldaşlığından memnundu. Çünkü Kara Mehmet’in veldeşleriyle -kafileye katıldığı günden beri- dostlaşmak istiyordu. Bir çift gölge gibi ünlü sipahinin yanından ayrılmayan, hiçbir kimse ile temas etmeyen yakışıklı gençlerin içyüzlerini anlamak ona merak olmuştu.
Bu sebeple kendiliğinden peyda oluveren fırsatı kaçırmamak istedi, Kara Mehmet’in kulağına fısıldadı:
“Bırak gelsinler. Bazma kızlarını biz senin veldeşlerle büyülemiş oluruz ve daha iyi çöpleniriz.”
Evliya’nın tahmini doğru çıktı. Türk bayrağı altında yaşayan Baz-ma köyünün kocamış erkekleriyle kadınları aralarına gelen Türklere tavuk filan satmak hırsıyla kulübelerinin kapılarını ardına kadar açarken bütün genç kızlar da birer satılık piliç hüviyetine bürünerek dört yoldaşın izine takılmışlardı, kanatlaşmış gözlerle onlardan rağbetli birer bakış dileniyorlardı.
Aygut’la Gültekin pek başka biçimde giyinen, pek başka bir dil konuşan köylüleri seyretmekten, dinlemekten hoşlanıyorlardı ve bu masum hazzın tadı arasında kendilerini saran kadın gözlerindeki hayreti hissetmiyorlardı. Biraz sonra bu hayret sırıtan bir ağız ve daha sonra yalvaran dil oldu. Sağdan soldan yumuşak kollar uzanarak erkek kılığındaki kadınları okşamaya savaşıyordu. Bunda, bu sarkıntılıkta güllerin yapraklarına el değdirmekten zevk alan bir incizabın korkak hâli vardı ve köy kızları erkek sandıkları genç kadınları işte o vaziyette okşamak, koklamak istiyorlardı.
Evliya Çelebi, yeme koşan piliçler gibi veldeşlerin dört yanını halkalayan köy kadınlarının sersem hareketlerini yan gözle süzdükten sonra Kara Mehmet’e eğildi.
“Şu ülkeleri…” dedi. “Elde tutuşumuzun bir sırrı da işte bu. Türk güzelliği, Türk silahı kadar keskin. Askerimiz yalnız kalelere değil, kadın gönüllerine de kolaylıkla girebiliyor. Her düşen düşman bayrağının