İnsanlar Maymun muydu?. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İnsanlar Maymun muydu? - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
İnsanlar Maymun muydu? - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

dönerdi. Hâlbuki bugün medeniyetin eğlencelere ne kadar geniş yer verdiğini görüyorsunuz.”

      Başyazar: “Efendim, dinlerin bu şeyler hakkındaki yasakları, buyurduğunuz derecede şiddetli değildir. Sonradan sonraya kaba sofular haddi aşırarak işi azıtmışlardır.”

      Feylesof, sesini yükselterek: “Halkı cehennemle korkuta korkuta nefes alamayacak hâle getiren bu vaiz efendiler değil mi?”

      Enis Buharî Efendi, cehennemden, zebanilerin ateşli tozlarından gırtlağını yırtarcasına haykırarak söz ettiği zaman, karşısında istiğfarlarla titreyen bir cemaat görmeye alışmıştı. Çok dar ve kaba din konusundaki bildikleri, bu işte çene yarışına çıkmaya pek elverişli olmadığı için sıkılıyor, elinden gelse hemen oracıkta feylesofu boğuvermek şiddetlerine düşer hâller geçiriyordu.

      Feylesof, bu din umacılarından öç almak fırsatını kaçırmayarak sözünü kesmedi:

      “İnsanların dinî masallarla oyalandırıldığı artık yetişir. Bu dünya ne bir haftada yaratılmıştır ne altı ayda ne on senede… Hocam, kulağını bana ver. Aç gözünü, ilk nebülözün Güneş’ten ayrıldığı zaman, aşağı yukarı bir trilyon yıldan fazla tahmin olunuyor. Bu rakamların anlattıkları kadar şeyi kavrayabilecek kadar sayı bilgisinde kuvvetli misiniz, bilmiyorum. Düşününce bu sayı insana baş dönmesi getirir. Ve sonra, güneşten kopan bu ateş parçasının çevresinin soğuyup kabuk bağlamaya başlaması için de iki milyar sene hesap olunuyor. Bu hesaplar ne gökten inmiş ne de Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla bildirilmiştir. Bu işe ait ilimler, fenler üzerinde çalışılarak bulunmuş şeylerdir. Jeoloji bilginleri bu toprağın tarihini birbirine eş olmayan beş bölüğe ayırırlar. Ben size jeoloji dersi verecek değilim. Kısaca söyleyeyim ki, bu devirlerin de araları milyonlar ve yüz binlerce yıllar sürmüştür. Her devrin tabakalarında rastlanan eserler ve fosillerin gösterdikleriyle hükümler veriliyor. Birinci devirde balıklar, ikincide kurbağalar, yerde sürünen hayvanlar, üçüncüde kuşlar ve memeliler, dördüncüde insan görülüyor. Yeryüzünde hayatın ne zaman başladığını aşağı yukarı bile kestirmek imkânı yoktur. Bu hususta kabul edilecek bir şey varsa, o da soğumaya başlamış olan suların, yetmiş derece sıcaklığa yaklaşmış olduğu zamandan önce arz üzerinde hayat olamayacağıdır. Yeryüzünde hayat en basitten, en küçükten başlıyor. Organizmada gittikçe tamlaşarak nevilere, cinslere ayrılıyor. Böyle böyle insan vücuda geliyor. Biz, bu ilk adamları yaşadıkları mağaralarda bıraktıkları eserlerden, kullandıkları şeylerden ve bulduğumuz iskeletlerinden tanıyoruz. Bunlar üzerine konuşmak için, insanla maymun organizasyon ve iskeletlerinin anatomice olan farklarını, ana karnındaki döllerin teşekkül ve birbirine benzerliklerini, kanların tabiatlarını iyice bilmeliyiz. Tabiat ölçüsünde maymun, insana en çok benzeyen bir mahluktur. Neviler arasında insana en çok yaklaşan maymun tipine de antropoit denilir ki, manası âdeta ‘yarım adam’ demektir. Biz bu antropoitlerden gelişerek ayrılıp da mı insan olduk? Mesele bu hâlde iken, 1891’de Eugène Dubois adında Hollandalı bir asker doktoru, Java adasında ve üçüncü ile dördüncü devir arasındaki toprakta bir kafatasıyla bir uyluk kemiği ve üç diş bulur. Yapılan araştırmalar sonunda bunların antropoit maymunuyla insan arasındaki ortalama üçüncü bir mahluka ait olduğu anlaşılır. Ve buna da pithecanthropus erectus, yani, ‘iki ayak üzerinde dik yürüyen maymun adam’ adı verilir. Anthropoide’lerden daha çok insanlara yaklaşan bu tipe ne diyeceğiz? Bu ‘maymun adamın’ nesli yeryüzünden büsbütün kalkmış mıdır? Yoksa hâlâ yaşayanları var mıdır? Büyük ormanlardan geçenlerin ara sıra böyle insana benzer tüylü bir mahluka rastladıkları işitilmiyor değil… İşte ben bunu arıyorum. İnsan, kemal bula bula doğruca kendine mahsus bir soydan mı geliyor, yoksa kendine çok yaklaşan bu hayvanlardan mı ayrılıyor? Adına primatlar denilen memeli hayvanlardan, maymunlara dair olan gruba bugünkü sınıflamada insanları da sokuyorlar. Meseleyi ne taraftan alırsak alalım, yeryüzündeki bitkinin olsun, hayvanın olsun ilk hayatı, tek hücreden başlayıp, sonradan çevrelere göre gelişerek hesapsız nevilere ayrılmış olduğu için solucan, salyangoz, kertenkele, köpek balığı, ayı, maymun, domuzla hep bir asıldan gelme kardeşleriz.

      Müzeleri gezmezden, anatomi ve fizyoloji kitapları karıştırmazdan, toprak altlarını kazarak fosillerle uğraşmazdan önce, kendi vücudumuzu yoklayalım. Hiç şüphe yok ki, soyumuzun ilk çıktığı zamanda biz tamamıyla bugünkü şekilde değil idik. Birçok başkalaşmalardan sonra bu hâli bulduk. Parmaklarımızın uçlarındaki tırnaklara bakalım. Bunlar nedir? Tabiat bunları bize vahşilik zamanımızda canavarlar gibi silah olarak kullanmak için vermiştir. Bugün de birbirimizi tırmaladığımız olmuyor değil. Zekâmızla saldırma ve koruma aletleri icat ettikten sonra, eski surette kullanılmalarına ihtiyaç kalmayan tırnaklı pençe bugünkü el şeklini almıştır. Bununla beraber, bazı hanımlar, uçlarını sivriltip kan rengiyle cilaladıkları bu aletleriyle ilk vahşetlerden çok ayrılmamış olduklarını lütfen hatırlatıyorlar. Medeni bir kadın, yırtıcı bir kedi sembolünü işte kızıl sivri tırnaklarında taşıyor. Köpekteki azı dişleri bizde de vardır. Eski kitaplarda bunlara esnan-i kelbiye demekten çekinmemişler, Fransızlar da canine sözüyle bu benzerliğe açık açık işaret etmişlerdir.

      Bir de kuyruk sokumumuza el atalım. İsim şık değil mi? Şimdi, düşerek koptuğu yeri bırakan bu eski ‘kuyrukluluğumuzun’ söylenişi acaba hangi geleneklerden döne dolaşa zamanımıza kadar geliyor? İçimizi dışımızı şöyle bir yoklarsak bugünkü cinsliliğinden gurur duyan insanın dünkü hayvan olduğuna dair hiçbir su götürmez çok delillere rastlarız. Büyükler kadar tam terbiye almamış olan çocuklar, hayvan cinsine daha yakındırlar. Kavga ederken birbirini ısırırlar. Kuyruktan kurtulduğumuz için kendimizi onlardan çok uzaklaşmış sanmayalım. Maymunların büyük cinslerinden kuyruksuzları da vardır.

      İnsana benzeyenlerin dişleri de bizim gibi otuz ikidir. Hayat sicilinde maymunların, bizim öz amca oğullarımız olduklarını yine tekrarlıyorum. Malais dilinde orangutan, ‘orman adamı’ demektir.

      6

      Enis Buharî Efendi, kızgın alev karışık dumanı çarpık tüten inkârcı konuşmadan âdeta bir baş dönmesiyle ayrılmıştı. Kâfir feylesofu mat edemediğine esef ederek çatlıyor, hele insanın domuzla akrabalığı iddiasına bir türlü dayanamıyordu. Feylesofu yerden yere çarpmak için ne yapsın? Kimlere başvursun. Bu yalnız, kendinin başaramayacağı bir işti. Yardımcılar lazımdı… İnsanlığın şerefini kurtarmak için bu savaşmada kendisiyle birleşecek kafadarlar bulmalıydı.

      Birdenbire aklına kendi ayarında şiddetli bir makale yazmış olan Ruşen Zamir geldi. Fakat bu zat kimdi? Nerede idi? Bunu nasıl anlasın? Matbaa koridorunda biraz düşündükten sonra yine yazarların odasına başvurarak kapıda sordu: “Efendim, Ruşen Zamir imzalı makalenin sahibini tanıyor musunuz?”

      Yazı müdürü işten başını kaldırarak cevap verdi: “Bahis gittikçe şiddetlendiğinden, ortaya haysiyete dokunur ileri geri münasebet almaz sözler saçılıyor. Bu yüzden, bahse karışanların semtlerini, kim olduklarını kaydetmek istiyoruz. İlk önce siz kendinizi açıklayın.”

      “Bendeniz Mollazade Enis Buharî’yim. Karagümrük’te Narlı Sokağı’nda 17 numarada otururum.”

      Yazı müdürü bu sözleri kaydettikten sonra: “Ruşen Zamir imzası takma bir ada benziyor. Araştırdık. Bu zat, Unkapanlı imiş. O semtte bu isimle kendini herkes tanırmış.”

      “Pekâlâ…

Скачать книгу