Gönülden Gönüle. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Gönülden Gönüle - M. Turhan Tan страница 7
Abdal Murat’la Duğlu, bittabi alplar gibi düşünmüyorlardı. Onlar, Baba Musa’yla Geyikli arasındaki dervişane cilvenin inceliğini anlamışlar ve Geyikli’ye de hak vermişlerdi. Bütün hüneri, tahta kılıcıyla Rum kafası parçalamaya ve iri yılan öldürmeye inhisar eden Abdal Murat iki dedenin şu mücavebesine hayran ve Duğlu da aynı suretle gıptakârdı. Binaenaleyh Musa’nın verdiği izahatı dinledikten sonra her ikisi boyun kırarak mırıldanmışlardı:
“Geyikli haklı. Hepimiz elini öpsek yeri var.”
Ahu Baba, üç abdalla üç alpı, karlı bir sahada ve bir sürü geyik arasında kabul etti; elini öpenlerin omuzlarını okşayarak iltifatta bulundu ve içlerinden Abdal Musa’yı muhatap ittihaz ederek:
“Ne dersin ya Ahi!” dedi. “Nice demdir ararım, bir kar kurdu bulamadım.”
“Bir zayıf mahluk için bu zahmet neden?”
“Şu büyük suyu geçip karşı yakada mızrak parlatacak ilk yiğit için arıyorum.”
“Ne olacak?”
“Kurdu bir çanak kımıza koyacağım ve onu o yiğide sunacağım. Yeryüzünde kimse öyle bir kımız içmedi.”
“Tat mı verir?”
“Hayır; soğutur fakat Kevser gibi soğutur!”
Alplar yekdiğerinin yüzüne bakıştı. Geyikleri yerinde at, yerinde inek gibi kullanan, taşıdığı altmış okka sıkletindeki kılıçla, kütle kütle Rum halkının rüyasını yıldırımla dolu mahşerlere çeviren bu bahadır dedenin, uzun günlerini bir kar kurdu bulmak için şu soğuk tepede geçirmesine apaçık izharı hayret ediyorlardı. Mahaza, onun, bu bilgisi yüksek ve bileği çelik adamın o kurdu bir muharibe hediye vermek için araması da hoşlarına gidiyordu. Suyu Kevser gibi soğutacağını söyleyen şu kurt, bir nevi zafer mükâfatı oluyordu.
Alplar ani bir hâhişi ruh içinde o mükâfata nefislerini namzet yapıvermişlerdi. Üçünün de yüreği, büyük denizi geçen ilk yiğit olmak için titriyordu. Dünyada kimsenin içmediği o bir çanak kımızı içmekle, içebilmekle ünlerinin bir parça daha yükseleceğini düşünerek âdeta sabırsızlanıyorlardı.
Bir alp için bu, gayet tabiiydi. Harple zaferle alakadar olan her şey, onları tahrik ve tahriş ederdi. Şimdi de Geyikli Dede’nin kar kurdu ile soğutacağı kımıza imreniyorlardı. O şarabı millîyi, işitilmemiş şekilde soğutulmuş olarak ve hakkı zafer hâlinde içmek için İstanbul sahillerine geçmek mi lazımdı? Onlar, senelerden beri zaten bu emelle bikarar bulunuyorlardı. Bakacak’tan, birkaç saat evvel ayrılırken bile aynı hülyanın takatşiken tazyikini ruhlarında hissetmişlerdi. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün mutlaka bu işe teşebbüs edecekler, atlara yol vermeyen o durgun ve derin dereyi nasıl olsa geçeceklerdi.
Akça Koca ile arkadaşları bu düşünce ile bulundukları yerden Boğaz istikametine gözlerini çevirmişlerdi. Küme küme bulutlar, alaca renkli turna sürüleri gibi Bursa’nın üzerinde uçuşuyor, ufuktan uzaklaşmak isteyen güneşin göğsünden dökülen kıvrak hatlar, İstanbul’un ve Gelibolu’ya kadar Boğaz’ın üstünde oynaşıyordu. Cenuptaki Kütahya, şarktaki Söğüt Dağları, boyunlarını kaldırarak Boğaz’dan geçecek ilk Türk dilaverini güya seyre hazırlanıyordu.
Geyikli Baba, alpların bakışındaki ateşli iştahı, hasretengiz heyecanı anladı:
“İmrendiniz, değil mi?” dedi. “O hâlde ölmeye, çabuk kakırdamamaya bakın. Şu suyu aşın; karşıda at oynatın. O vakte dek ben de bir kar kurdu bulur, kımızı hazırlarım. Kevser’i yeryüzünden içmek daha tatlı olur!”
Duğlu sordu:
“Kar kurdunu çocukluktan beri duyar dururum. Lakin ne kendini gördüm ne bulanı tanıdım! Acemlerin Hüma’sı gibi bu da ismi var cismi yok bir şey olmasın?”
Geyikli, yüzünü ekşitti, o nadide kılıcını dizleri üstüne uzatarak ağır ağır cevap verdi:
“Ben boşuna mı çığlara parmak atıyorum. Kar kuyularını karıştırıyorum. Kurdun varlığına inanmasam onu bir yiğite adar mıyım?”
Duğlu, tarziyekâr bir sesle hemen atıldı:
“Celallenme kardeş!” dedi. “Sözümde dokunacak bir şey yok. Ben kar kurdu görmedim, göreni de görmedim. Öğreneyim diye sordum. Nicedir o mübarek?”
Alplar, muhavereyi can kulağıyla dinliyorlardı. Kurt, Türk’ün çok iyi tanıdığı bir hayvandı. Millî şarkılarda, millî destanlarda, bozkurdun ismi daima zikrolunurdu. Hatta kurdun millî hikâyelere bu kadar karışmış olmasına hürmeten Türkler, yemişlere ve ağaçlara musallat olan kurtlara böcek demeyi tercih ederlerdi. Atılgan, yerine göre hassa ve pençesine mutemet cesur bir mahlukun, bir kiraz tanesinin dar ve kapalı kucağında miskince tagaddi eden yahut bir ağaç kabuğunda yuva tutan cılız, renksiz ve kıymetsiz hayvancıklarla hemnam olmasını hoş görmezlerdi.
Bu nükteyi, birçok Türk’ten daha iyi bilen Geyikli’nin, kar yığınları arasında gayri meri ve hatta meçhul bir hayat yaşayan bir böceği kurt olarak tarif etmesi, ona müstesna bir mahiyet izafe ederek günlerce ele geçirmeye uğraşması ve hele onu en şerefli bir iş görecek olan bir Türk muharibine adaması meraklarını tahrik ettiğinden verilecek izahatı sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Geyikli Dede, üç alpın ve üç abdalın bariz bir merak içinde kar kurdu için malumat beklediklerini görünce tatlı tatlı anlatmaya koyuldu:
“Aradığım kurt, Kudretullah’tan garip bir numunedir. Ulu Tanrı, o küçük mahluka ne süs ne kuvvet vermiştir. Bilseniz şaşarsınız. Bu kurdun esrarını ne Ebu Ali Sina ne Eflatun anladı. Gelip geçen hükema, ulema ve bütün dehriler (filozoflar) kar kurdunun bir âlem, akıllara hayret veren bir âlem olduğunu söylerler!”
Akça Koca esnedi. Diğer alplar da ellerini ağızlarına götürdüler. Abdal Murat:
“Görüyorsun ya Geyikli.” dedi. “Kar kurdu masalı uyku getiriyor. Ulemayı, hükemayı bırak da şu böcek nicedir, onu anlat.”
Geyikli, iri gözlerini hiddetle açtı ve derakap tehevvürünü yenerek mırıldandı:
“Men lem yezük, lem ya’rif!”
Duğlu, iki elini havaya kaldırarak bağırdı:
“Âmin!”
Abdallar gülüştü, alplar mütehayyirane bakıştı. Kar kurdu mevzusu bahsolunurken Geyikli’nin birdenbire dua okuması, Duğlu’nun âmin demesi ve sonra gülüşmeleri hayretlerini mucip oldu. Bu ağırbaşlı bilgiçler, bu çelik yürekli ihtiyarlar, dağ başında şakalaşmaya mı girişmişlerdi?
Abdal Murat, onları hayrette bırakmamak için anlatmaya lüzum gördü:
“Ben Geyikli’ye ‘Sözü kısa kes.’ dedim. O da gençliğinde ders görmüş ya, o günleri hatırladı, hocasından aldığını bize sattı, Arapça bizi azarladı.”
Akça Koca sordu: