Akile Hanım Sokağı. Halide Edib Adıvar
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Akile Hanım Sokağı - Halide Edib Adıvar страница 14
O akşam Tarık’tan kısacık bir mektup aldım. Olanca kuvvetiyle ertesi gün açılacak kongre hazırlığı ile meşgul olduğunu, işleri yoluna koyunca daha uzun yazacağını bildiriyordu.
25
Gece yarısından.
26
Saydı.
27
Canlandırmak.
28
Karşı gelir, sert cevap verir.
29
Başlangıcı.
7
HUSUSÎ HAYATI
Kırmızı konağın kapısı aralıktı. İttim, bahçeye daldım. Sahanlığın merdiveninin ilk basamağında beş altı yaşlarında, sarı saçlı, güzel yüzlü bir oğlan çocuk duruyordu. Beni görünce merdivenlerden çıkmaya başladı. Ben de arkasından çıktım, çünkü “Âkile Hanım yok mu?” sualime cevap vermeden acele acele gidiyordu. Demek Âkile Hanım içerideydi, çocuk da ona haber vermeye gidiyordu. Tam sahanlıkta, taş sofanın birleştiği eşikte, belki üç yaşında, tombalak, Tatar yüzlü, siyah saçları tepesinde horoz ibiği gibi bir kurdele ile bağlanmış bir kız çocuk oturmuş, elleri dizlerinde sağa, sola sallanıyordu. Yaşı biraz daha büyük olsa bir yeri ağrıyor, diyebilirdim. Kardeşi içeriye dalınca başını okşadım:
– Adın ne? Kimsin? Âkile Hanım senin nen?
Cevap vermedi, yüzünü yüzüme kaldırdıktan sonra tekrar başını eğdi; ağrı çeker gibi gene sallanmaya başladı.
– Dilin yok mu, küçük?
Kıpkırmızı ve sipsivri bir dil küçük ağzından çıkabildiği kadar çıktı.
– Şimdi sen kimsin, söyle?
Sol taraftaki odadan Âkile Hanım’ın sesi geldi. Her halde, küçük oğlan benim geldiğimi haber vermişti:
– Buyurun! Oooo, buyurun.
Biraz evvelki oğlan, oda kapısının önünde durmuş, beni bekliyordu. Ben konağın iç taşlığına dalınca küçük de benimle beraber geldi. Oğlanın elini tutmuştum. İki çocuk da beni merakla süzüyorlardı.
Odaya girdik. Orta yerde bir hamur tahtası, Âkile Hanım’ın elinde oklava ile hamur açıyor, fakat başı kapıya çevrilmiş, eski bir dost tavrıyla konuşuyordu:
– Buyurun, buyurun… Kusura bakmayın! Burası benim hem misafir salonum, hem odam, hem mutfak, hem çamaşırlığım…
Enteresan bir oda… Kapının karşısında bir sedir, üstünde oturan oğlu da ayağa kalkmış, bana yer gösteriyordu. Su küpü, çamaşır yığını, gazocağı. Hulâsa bir kadının günlük ihtiyaçlarına cevap verecek her şey var.
Küçükler odaya girer girmez, sağa sola saldırıyorlar, o da ikide bir elindeki oklavayı kaldırıyor, çocuklar hamur tahtasına yaklaştıkları zaman sinek kovar gibi sallıyor:
– Oturun yoksa gösteririm ha!..
Ben karşısındaki sedire oturmuştum. Hoş beş başladı. Oğlu Hüseyin, küçükleri ellerinden yakalamış, ayakta…
– Sen bunları al, biraz gezdir, Hüseyin…
Adamcağız çocukları aldı, çıktı. Bu bir pazar günüydü. Âkile Hanım’ın oğlu dairede olmadığı zamanlar kullandığı, belki dairede iken başka bir şoföre kullandırdığı bir taksinin kapının biraz ötesinde durduğunu, kırmızı konağa gelirken görmüştüm.
Onlar çıkınca hemen cebinden sigarasını çıkarttı, yaktı. Ağzında sigara, elinde oklava işine başladı.
– Bu küçükler kim?
– Torunlarım.
– Sana misafir mi geldiler?
– Hayır, her zaman bende artık.
– Anaları yok mu?
– Var, var ama Allah bilir nerede…
Birdenbire kalktı:
– Durun bir kahve pişireyim. Karşılıklı içerken size bizim bu son macerayı anlatırım.
Biraz ötede, birkaç mangal yanında kahve tepsisi. Kahveyi pişirinceye kadar hiç konuşmadı. Bana köpüklü ve nefis bir kahve sunduktan sonra, kendi de, bir elinde kahve fincanı, konuşmaya başladı. Mangalın karşısına çömelmiş, gözleri havada, maziden bir kitap açmış, okumaya başlamış gibiydi. Yüzünde hiçbir hareket olmadığı halde bir taraftan kafasının içindeki hayat sahnesini seyrediyor, onun acı tatlı şakalarını gene o kusursuz üslûbuyla anlatıyordu:
– Bizim gelin, size geçen gün anlattığım akrep akrabalardan birinin kızıdır. Yedi senedir oğlumla evli, fakat arada bir aklına esince evini bırakır, kaçar. Bazan oğlum gider, annesinin evinden alır, getirir, bazan kendisi dönüp, dolaşıp gelir, oğlanın gönlünü eder. Bu, ta nikâh dairesinden çıktıkları gün başladı. Ne yapalım, çöpçatan birbirlerine gevşek çatmış.
– Ne garip!
– Garipten de fazla…
– Ne diye bu kızı oğluna aldın?
– Bu bir roman… Anlatayım mı?
– Aman anlat.
– Güzeldir haspa. Hem de dediğim gibi babası uzaktan uzağa akrabadır da. Pek münasebetimiz yoktu. Babası, anası bizim oğlana kızlarını vermek istiyorlardı. Bundan tam yedi yıl evvel, o zaman evleri Üsküdar’daydı. Oğlum, ben, iki de yakın akraba, resmen görücü gittik. Öyle karışık bir ev ki… Bizi bir odaya aldılar… Hepimize oturacak yer yoktu. Bir kısmı, yan yana duran iki sandıktan birinin üstüne oturdu. Hoş, beş, biraz sonra kız geldi, odada oturacak