Zemheri Kadinlari. Hamza Nuh Özer
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Zemheri Kadinlari - Hamza Nuh Özer страница
Bulamur’un kızı İncigül’e ithaf edilmiştir.
Bu roman, yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak kurgulanmıştır.
Yol
Cipin koltuğuna gömüldüm.
Yarım saat kadar önce henüz yolculuğumun başlarında dayanılmaz bulduğum soğuk umurumda bile değil. Zamanın, yaşam şartlarında bin yıldır değişiklik yapmadığı topraklarda ilerliyoruz. İçinde bulunduğum yılı belirtmeye lüzum duymuyorum bu sebeple. Ama siz bin dokuz yüzlü yılların başında olduğumu veya iki binli yılların sonlarında olduğumu varsayabilirsiniz. Büyük savaşlar ve katliamlarla örülü insanlık tarihinde herhangi bir savaştan kısa bir süre sonraki dönem içerisinde yaşadığımı… Kahramanlık hikâyeleriyle anılan dönemlerin sonrasında gelen ve genellikle bu hikâyelerde yerini bulmayan; sefalet, yokluk döneminde, kayıplarımızın acısının henüz taze olduğu dönemde.
Dedim ya cipin koltuğuna gömüldüm. Aslında kısa süre önce, daha yolculuğun başlarında, motorun deriden bir boruyla içeri verilmiş ısısı üzerimdeki parkayı çıkarmaya henüz zorlarken, pamuk gibi yağan karın tadını çıkaracağım hoş bir kış yolculuğunda bulunmayı umuyordum. Ama şimdi, deniz seviyesinden yüksekliği sebebiyle, harekete başladığım noktadan daha soğuk bir yerin ancak kutup noktalarının en karanlık yerinde olabileceğini biliyorum. Yanık derinin pis kokusuyla içeri süzülen ısı ise ancak kısa bir süre yaşamaya yetecek düzeyde.
Bulunduğum yeri belirtmeye lüzum görmüyorum. Ama siz Anadolu’nun iç kesimlerinde yüksek bir dağ yolunda olduğumu veya Asya dağ sırtlarında ve platolarında keçilerce oluşturulmuş bir patikada olduğumu varsayabilirsiniz. Cansız dev bedenlerine benzeyen, sonu gelmez bu sıra dağ yılanlarının aylarca insan yüzü görmemekten şahmaranlaştığını ve gökyüzünü sıkıştırarak yukarı ittiklerini hissediyorum.
Cipin koltuğuna gömüldüm. Tekerleklerimizin bastığı yerdeki karların erimesiyle yapışkan bir çamura dönüşmüş yol bozuntusunda ilerlemekteyiz. Yol bozuntusu diyorum çünkü bu şey, dik bir yamacın yüzeyinde insan ve hayvan izleriyle oluşmuş dar bir taraçadan ibaret. Sağ tarafımızda dimdik yükselen bazaltın yüzeyi, hasbelkader güneş vuran yerlerde eriyen karların gölge alanlarda tekrar donmasıyla cam gibi ince buzla kaplanmış aşılmaz bir duvar. Sol tarafımız ise tekerlerimizin bastığı yerin hemen bitiminden başlayan ve yüz metre kadar altımızda seyreden bulutların altında kaybolan uçurum.
Ölüm.
Donarak veya düşerek…
Cipin koltuğuna gömüldüğüm yerden ara sıra cesaretimi toplayıp baktığımda, kalın yün beresi ve kaşkolünün arasından sadece gözlerini görebildiğim, adını hatırlayamadığım şoförüm oldukça endişeli. Tuzla cipin sağ tekerlerini bu keskin hatlı duvarda yırtmamak, sol tekerleri ise sol yanda birden başlayıp dibi sis perdesinin altında kaybolan uçuruma kaydırmamak arasında sürücülükten öte, bir cambazlık faaliyetini sürdürüyor. Dayanılmaz soğuğu şu anda umursamamamın asıl sebebi ise bu.
Gömüldüğüm bu yerde, bir faydası olmayacağını bildiğim halde koltuğa geçirdiğim ellerim ile kasılıp kaldım. Şoförün dikkatini bir an bile kaybetmemesi için ağzımı bıçak açmıyor. Sadece bu hâle nasıl geldiğimi düşünüyor ve benzer bir hâle bir daha hiçbir şekilde gelmeyeceğim konusunda tanrıyı gücendirmeyecek nitelikte yeminler ediyorum. Bu arada, yeminlerimin kanıtı olarak sağ elimin işaret parmağını kaldırmak istiyorum ama koltuğun süngerinde bulduğum bir deliğe soktuğum yerde sıcak olarak kalabilen tek parmağım olduğundan hareket ettiremiyorum. Bir yerde de vücudumun her zerresinin o an için cipimizi ve tüm evreni dengede tuttuğu sanrısındayım.
Göz kapaklarım kapanıp açılırken minik buz kristalleri sebebiyle birbirine takılıyor kirpiklerim. Kaşkolün altından sızan nefesimin buharı olmasa, uzun aralarda kırptığım, neredeyse buzların sarkacağı kirpiklerimi gören bir kişi oturduğum yerde donduğum zannına kapılabilir.
Kasılmaktan artık halimin kalmadığı bu anda parmaklarım artık uyuşup kuvvetini kaybederken, soldaki uçurumla sağdaki duvar bir sırtta birleşiveriyor. İki tarafımız da yayvan tepeye dönüşüyor. En azından düşerek ölmek ihtimali arkamızda kalıyor. Ama yine de az önce ettiğim yeminlere göre, yeni ve farklı bir yol bulamadığım sürece gittiğim yerden dönmeyi düşünmüyorum. Hiç değilse bile bu yoldan… Şimdi cipimiz daha az dikliği olan bir yamaca tırmanıyor. Çekişin artmasıyla beraber şoförümüz vitesi büyütüyor ve cipimizin sesi uğultudan kurtulup sakin hırıldamasına dönüyor. Ben de gömüldüğüm yerden ayrılıyorum. Bacak kaslarım kasılmaktan dolayı seğirmeye başlıyor.
Şu anda önümde uzanan dünya parçası oldukça farklı görünüyor. Bu, tanıdığım dünya değil. Çocukluğum boyunca kar görmemiştim ben. Okulumun ilk çağlarından hatırlayabildiğim en büyük kışlar bazen turunçların üzerini kaplayan ince kırağıydı, o da her seferinde babamı büyük bir paniğe sürükleyen. Gökten düşen minik kristallerle ilk kez karşılaştığımda ise çılgına döndüğümü anımsıyorum, sevinç içerisinde taneciklerin peşinden ağzım açık dakikalarca koşturduğumu. Kardan ve kıştan tiksindiren beş yıllık yüksekokul hayatı ise çok daha sonraydı… Bu kış ise bildiğim gördüğüm tüm kışların küpü, diğer kışlar bu kışın küp kökü… Bir yerlerde fark etmeden, garip bir geçitle farklı bir dünyaya geçmiş olmalıyız. Güneşi olmayan veya etki gösteremeyen bir gezegende gibiyiz.
Sonunda, sürgünlerle ve kar kütükleriyle yer yer beyaza bürünen çamurlu yola geçiyoruz. Daha açık ve rüzgâr alan bölgelerde çamur, şeklini kaybetmeden hızla donarak lastiklerimizi oynatmamıza müsaade etmeyen sert kanallara dönüşmüş. Bunlar kış başında, aylar önce geçen başka bir araç tarafından oluşturulmuş ve yaza kadar da değişmeyecek bir şekle bürünmüş olmalı. Cipimiz rayında ilerleyen bir lokomotif adeta. Şoför direksiyonu bıraksa da raydan çıkmamız olanaksız görünüyor.
Sırttaki kar, rüzgâr tarafından büyük ölçüde savrulmuş ve yol olduğunu düşündüğüm şeyi biraz görünür hale getirmiş. Burada şoförümün sezgileri ve tecrübesine güvenmekten başka çarem yok ama uçurumdan yuvarlanma ve karda mahsur kalma tehlikelerinin atlatılması bedenimi gevşetiyor. Vücudum da bu durumuma kalın kıyafetlerinin altındaki gözeneklerimin hepsinden ter fışkırtarak cevap veriyor. Bu ter az sonra donacak diye korkuyorum.
Şoför, sandığımın aksine sağda solda karı yırtarak baş göstermiş birkaç ağacı referans alarak da ilerliyor olabilir. Bu durumda yolculuğumuz hâlâ yaratıcıya emanet niteliğini sürdürüyor. Sonunda onun da rahatlayarak direksiyona yapışan kollarını gevşettiğini görüyorum. Dişiyle ısırarak kalın yün eldivenden kurtardığı elinde daha önceden sarılmış cigarasını hazırlıyor. Kanaldan dolayı direksiyonu bırakmakta tereddüt etmiyor, cip tahmin ettiğim gibi raylardan ayrılmıyor. Bu defa da çakmağın is kokusu ve sigaranın pis kokusu cipi hızla dolduruyor. Koku sadece tütün kokusu değil. Okuldan aşina olduğum bir otun kokusunu da alıyorum. Asgari konfor düzeyine asla ulaşamayacağımı daha iyi anlıyorum bu anda. Yolculuğu bitirmekten başka bir umudum kalmadı biraz rahatlık için.
“Bu yolda üç köy geçeceğiz demişlerdi…” artık sessizliğimi bozabilirim. Ağzım yaklaşık bir saat süren kesintisiz heyecanla kurumuş, dilim damağım birbirine yapışmış. Şapırdatarak boğazıma yayılan acıyı azaltıyorum.
Şoför yapış yapış salya sümükle kaplanmış nikotin sarısı bıyıklarının altından sırıtıyor. Kaşkolün altında nefesinin yoğunlaşmasından olmalı. Yorumum onu keyiflendirmiş gibi yanıtlıyor, “Birini çohtan geçtih. Aha öteğenden de şimdik geçiyoh!”
Direksiyonu bırakmıyor.