Hayat Her Gün Yeniden Başlar. Osman İlhan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hayat Her Gün Yeniden Başlar - Osman İlhan страница 4
Ama annem hiç gelmedi. Her bekleyişim aslında Film Gibi programına katılmam, Sinan Çetin’in kapıyı aralaması ve beklenenin gelmeyişleriydi.
Zalim Sinan Çetin…
Böyle böyle öğrendim ben ağlamamayı, düştüğümde kendi başıma doğrulmayı. İlmek ilmek, sabırla… Sonra zamansız da olsa büyüdüm. Beden her koşmada düşmeyecek kadar irileşti, zihin bir silginin kokusu tükendi diye içerlenmeyecek kadar olgunlaştı. Çocukluk kıyafeti çıktı, adamlık ceketine bürünüldü. Ama insanlar her yerde ve ayın bir yüzü hâlâ karanlık. Yaşıma başıma bakmayarak beklemekten bir türlü vazgeçemedim. Başım her dara düştüğünde hâlâ sesleniyorum anneme. Çocuk gibi yolunu gözlüyorum, sonra koca adam gibi hissediyorum yokluğunu.
Göz yaşlarımsa artık yorgun tozlara dönüştü; meyhane masalarında, küllük kenarında, kadehlerin altında, hatta nakaratında yürek dağlayan bir türkünün, son sahnesinde acıklı bir filmin. Toza bulanmış yüreğim, anne eliyle silinmeyi bekliyor. Çünkü onun elleri temizleyebilir beni ancak.
Bazen soruyorlar “Annesizlik ne demek” diye. Bazı soruların cevabını açıklamak gerçekten çok zor. Tam cevap vereceğin sırada boğazına bir hınç birikiyor ve konuşamıyorsun. Üstelik bu zor soruları cevaplamanın en kolay yolu sanırım yazmaktan geçiyor…
Sana annesizliğin ne demek olduğunu yüreğim döndükçe anlatayım:
Annesizlik, ilkokuldaki yerli malı haftalarına göğsünü gere gere gidememekti. Boynunda ütülenmemiş bir önlük yakasıydı. Kekeme bir çocuğa 23 Nisan şiirleri okutmaktı. Gökten üç elmanın da aynı çocuğa düşmesi, ama hepsinin de çürük çıkmasıydı annesizlik.
Annesizlik, o geminin gelmeyeceğini bilsen de içindeki limanı bir türlü terk edememekti işte…
Eğer uyursan çocuk, sen de herkes gibi büyürsün
Hani hep “geçmişe gidebilsem şunu yapardım” dediğimiz durumlar vardır. Yaptıklarını yapmadığında yahut yapmadıklarını yaptığında yaşamına getireceği değişiklikleri merak hali… Öyle uzun uzadıya da dönmek ya da devamlı o anıda kalmak değil bu. Bir an, tek bir sahne, birkaç kelime, ince dokunuş, bir arkadaşa bakıp çıkacağımdan hallice…
Geride bıraktığımız ve içimizde ukde her anı, kenara bıraktığımız değersiz eşyaların kaderinden ibarettir. Tozlu ve küf kokar. Kişinin onu yâd etmesi, aslında pencereyi açıp havalandırma isteğidir. Oysa ben o kadar tozlu ve kirliyim ki, sanırım hiçbir hatıranın havası beni temizleyecek kadar temiz değil.
Her insanın hayatında öyle anılar vardı ki, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin hep elinin yetişemediği yerden kanar. Hepimiz mutlaka böyle bir anıya sahibiz. Bunun aksini düşünenden kaçarım. Ya samimiyetleri esnektir; dik durmayan, eğrilip bükülen türden ya da onunla yüzleşemeyecek kadar korkaktır.
Çünkü geçmiş, doğduğu günden beri kişinin etine girmiş bir kıymıktır. İşlemiştir yavaş yavaş etine, olur olmadık zamanlarda sızlar ince ince ve hatırlatır kendini.
Sahi, geçmişe gidebilseydin ne yapmak isterdin? Ne yaparsan geçmiş daha katlanır, gelecek daha da özlenen olurdu? Benim birçok yapmak istediğim şey var. Mesela ilk öpüşmemdeki acemiliğime gem vursam… İlkokuldaki çantamdan müfredat kitaplarını çöpe atıp yerine Nietzsche’yi, Kafka’yı, Cioran’ı koysam… Sigarayla daha geç yaşta tanışsam… Hatta hiç tanışmasam… Beni üzen hiçbir dostun şarabından içmesem… Giden sevgiliye gitme diyebilsem…
Keşke…
Ama en önemlisi de geçmişe gitme fırsatım olsaydı ilk önce uyusun da büyüsünlü zamanlarıma giderdim. Çocukluğumun kulaklarından çeker, ona şunları söylerdim;
“Sana uyusun da büyüsün diyorlar. Sakın uyuma çocuk! Biliyorum büyümek kulağa hoş geliyor. Biliyorum ağlamaktan yoruldun. Ama durum bildiğin gibi değil çocuk. Sen büyüdükçe göz pınarların da büyüyecek, sel olup akacak. Kırkı çıkmamış acılarına hep yenileri eklenecek. Sana şimdi hep kazanmayı öğretiyorlar. Oysa büyüdüğünde kaybetmeyi bilmeye daha çok ihtiyacın olacak…Dinleme onları! Seni masumiyet evreninden dünyaya taburcu etmek istiyorlar.
Uyuma be işte çocuk!
Eğer uyursan, sen de herkes gibi BÜYÜRSÜN…”
“
Ne zaman bedenim bir yerlerde takılı kalsa, aklım terk edilmiş bir şehrin en işlek caddesine savrulsa; eskilere gider, tazeliğini koruyan birkaç güzel anıyla sevişerek yalnızlığımı gideririm. Hepimizin olur olmadık zamanlarda tutunduğu anıları var. İlk bayramında aldığın harçlık, babanı boynundan öptüğünde gelen o güzel koku, ilkokulda teneffüse dakikalar kala sınıfı saran taze simit kokusu…
Güzel olanların yüzeyi yumuşak ve ipekten olsa da pek azı uğrar hayatımıza. Belli belirsiz birkaç tebessüme gebedir güzel anılar. Ansızın gelir ve gidişi gelişleri kadar hızlı olur. Bir de her düşümüze sızdığında kanadığımız anılar var. Öyle hızlı falan da gelmez.
Yüreğimizde kanatılmayı bekleyen bir yara misali tatlı tatlı kaşınır.
Ben de zamanla, bazı anıları kurcalamanın sadece ruhu kanırttığını kabuk tutmayan yaralarımdan, kuruyan gözpınarlarımdan, tütünsüz kaldığım gecelerden öğrendim. Sen de geçmişte bıraktığın enkazlarının çevresinde dolanmayı bırak ve sırtını Barış İnce’nin şu satırlarına yasla:
“Kapanmış yara içeriden çürümüyorsa tekrar açılmamalı. Nükseden bir sıkıntı varsa ancak o zaman neşter vurulmalı.”
“
Repertuarım geniştir.
Sana hangi acıdan çalayım?
Tam da şu an gitmek gerek
“Bir ayağı yolda olmak, özgürlük değil miydi?”
Her çakan şimşeğin odama şafağı getirdiği yanılgısına kapıldığım sıradan bir sabah saat altı sularındayım. Kahvem soğuk. Sigaramın dumanını tazeliyorum ciğerlerimde ve ısınıyorum. Dumanının acı tadıyla dertlerimi bastırıyorum.
Düşünüyorum da acaba benim gibi kimler uyumuyordur bu saatte? Kaç kişi koyunlarını henüz atlatamadı gözlerini kapadığında? Kimler ertesi günün beraberinde getireceği acıların kaygısına düşüyordur şu saatte? Ya da kaç yalnız,