On İki Hikaye ve Bir Rüya. H G Wells
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу On İki Hikaye ve Bir Rüya - H G Wells страница 11
Daha sonra, bu örümcek sürülerinin vadiye düşmeyeceğinden emin olunca, oturabileceği bir yer buldu ve oturup derin düşüncelere daldı. Kendi tarzında parmaklarını kemirmeye ve tırnaklarını yemeye başladı. Daha sonra beyaz atlı adamın gelmesi onu duygulandırdı.
Onu görmeden çok önce, toynakların takırtısı, tökezleyen ayak sesleri ve güven veren bir insan sesi duydu. Sonra kısa adam belirdi, acınacak haldeydi, arkasında hâlâ beyaz bir örümcek ağı kuyruğu vardı. Konuşmadan, selam vermeden birbirlerine yaklaştılar. Kısa adam yorgundu, kendinden utanıyordu ve sonunda oturan efendisiyle yüz yüze geldi. Efendisinin bakışlarından biraz ürktü. “Ee?” dedi sonunda, otoriter olmayan bir ses tonuyla.
“Onu terk mi ettin?”
“Atım kaçtı.”
“Biliyorum. Benimki de öyle.”
Efendisine neşesizce güldü.
Bir zamanlar gümüş işlemeli bir dizgini olan adam, “Atım kaçtı diyorum,” dedi.
“İkimiz de korkağız,” dedi kısa adam.
Efendi düşüncelere dalarak parmaklarını kemirdi, gözü astının üzerindeydi.
“Bana korkak deme,” dedi en sonunda.
“Sen de benim gibi bir korkaksın.”
“Belki de öyleyim. Her insanın korkması gereken bir sınır vardır. Bunu en sonunda öğrendim. Ama bu korku seninki gibi değil. İşte aramızdaki fark burada ortaya çıkıyor.”
“Onu bırakacağını asla hayal edemezdim. İki dakika önce senin hayatını kurtardı. Neden bizim efendimizsin?”
Efendi tekrar parmaklarını kemirdi ve suratında karanlık bir ifade vardı.
“Hiç kimse bana korkak diyemez,” dedi. “Hayır. Kırık bir kılıç, hiç yoktan iyidir. Yaramaz bir beyaz atın dört günlük bir yolculukta iki adamı taşıması beklenemez. Beyaz atlardan nefret ederim ama bu sefer elimde değil. Anlamaya başladın mı? Gördüklerin ve hayal ettiklerinle itibarımı lekelemek için kafa yorduğunu anlıyorum. Kralları tahttan indirenler sizin gibi adamlardır. Ayrıca, senden hiç hoşlanmadım.”
“Lordum!” dedi kısa adam.
“Hayır,” dedi efendi. “HAYIR!”
Kısa adam hareket ederken sertçe ayağa kalktı. Belki bir dakikalığına karşı karşıya geldiler. Örümceklerin topları yukarıdan geçiyordu. Çakıl taşları arasında seri bir hareketlenme oldu; koşuşturma sesleri, bir umutsuzluk çığlığı, bir iç çekiş ve bir darbe…
Akşama doğru rüzgâr esti. Güneş sakin bir dinginlik içinde battı ve bir zamanlar gümüş bir dizgini olan adam sonunda çok dikkatli bir şekilde ve hafif bir yokuşla vadiden tekrar çıktı ama şimdi bir zamanlar kısa adama ait olan beyaz atı yönetiyordu. Gümüş işlemeli dizginini geri almak için atına geri dönecekti, ama karanlıktan ve yeniden esen hızlı bir rüzgârın onu vadide bulabileceğinden korkuyordu. Ayrıca atını tamamen örümcek ağları içinde veya daha da tatsızı, yarısı yenmiş olarak bulmaktan korkuyordu.
Ve o örümcek ağlarını, başından geçen tüm tehlikeleri ve o gün nasıl korunduğunu düşünürken, eli boynunda asılı duran küçük bir kutsal emaneti aradı ve bir an için onu şükranla kavradı. Bunu yaparken gözleri vadide gezindi.
“Tutku başımı döndürdü,” dedi. “Sonunda o kız da hak ettiğini buldu. Onlar da şüphesiz…”
Ve işte! Vadi boyunca uzanan ormanlık yamaçların çok uzağında, günbatımının belirgin ve kusursuz berraklığında küçük bir duman bulutu gördü.
Bunun üzerine sakin yüz ifadesi şaşkın bir öfkeye dönüştü. Duman mı? Beyaz atın başını çevirdi ve tereddüt etti. Ve bunu yaparken, etrafındaki çimenlerin arasından küçük bir rüzgâr hışırtısı geçti. Uzakta, bazı sazlıkların üzerinde yırtık pırtık bir gri tabaka sallanıyordu. Örümcek ağlarına, sonra da dumana baktı.
“Belki de, bu sefer onlar değildir,” dedi sonunda.
Ama öyle olmadığını biliyordu.
Bir süre dumana baktıktan sonra beyaz ata bindi.
Atı sürerken, karaya oturmuş ağ yığınları arasından geçti. Her nedense yerde birçok ölü örümcek vardı ve yaşayanlar suçluluk duygusuyla arkadaşlarının bedenleriyle ziyafet çekiyorlardı. Atın toynaklarının sesini duyunca kaçtılar.
Onların zamanı geçmişti. Onları taşıyacak bir rüzgâr ya da hazır bir ıskota olmadan bu şeyler, ne kadar zehirli olsalar da ona çok zarar veremezlerdi. Çok yaklaştığını düşündüklerine kemeriyle hafifçe vurdu. Bir keresinde, birkaçının birlikte koştuğu yerde, atından inip onları çizmeleriyle çiğnemeye karar verdi, ama bu dürtünün üstesinden geldi. Defalarca eyerinde dönüp dumana baktı.
“Örümcekler,” diye mırıldandı tekrar tekrar. “Örümcekler! Pekâlâ, peki… Bir dahaki sefere bir ağ örmem gerekecek.”
Pyecraft’ın Sırrı
Benden on metre ötede bile oturmuyor. Omzumun üzerinden bakarsam onu görebilirim. Ve eğer onunla göz göze gelirsem – ki genellikle gelirim – yüzünde bir ifade oluşuyor.
Esasen yalvaran bir bakış ama yine de içinde şüphe de var.
Şüphesine tüküreyim! Onu ispiyonlamak isteseydim çok önceden yapardım. Bunca zaman sustum, çoktan rahatlaması gerekti. Gerçi onun kadar iğrenç ve şişko bir şey ne kadar rahatlayabilirse işte! Anlatsam kim inanır?
Zavallı yaşlı Pyecraft! Büyük, huzursuz bir jöle kütlesi! Londra’nın en şişman kulüp üyesi.
Koca koyda, ateşin yanındaki küçük kulüp masalarından birinde oturuyor, tıkınıyor. Ne tıkınıyor? Sağduyulu bir şekilde bakıyorum ve gözleri üzerimdeyken onu tereyağlı bir sıcak çay kekini ısırırken yakalıyorum. O da bana bakıyor! Lanet olsun ona da bakışlarına da!
Yeter artık, Pyecraft! İğrenç olacağın, onurlu bir adam değilmişim gibi davranacağın için, burada, gömülü gözlerinin altında, Pyecraft hakkındaki açık gerçeği yazıyorum. İşte Pyecraft’ın sırrı. Yardım ettiğim, koruduğum ama karşılığında her yerden bitip sürekli, “Anlatma,” der gibi bakan sulu gözleriyle kulübümü dayanılmaz, kesinlikle dayanılmaz bir hale getiren adam.
Ayrıca, neden sürekli yemek yiyor dersiniz?
İşte şimdi sıra gerçeklerde, tümüyle, katışıksız gerçekler!