Buşido. Inazo Nitobe
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Buşido - Inazo Nitobe страница 6
Despotluğu savunduğum sanılmasın lütfen, ancak feodalizmi bununla ilişkilendirmek yanlış olur. II. Friedrich “Krallar Devletin ilk hizmetkârlarıdır,” dediğinde hukukçular özgürlüğün gelişiminde yeni bir döneme gelindiğini düşündüler haklı olarak. Tuhaftır ki aynı dönemde Kuzeybatı Japonya’nın taşrasında Yonézawalı Yozan aynı beyanda bulundu ve feodalizmin kesinlikle bir zorbalık ya da baskı rejimi olmadığını gösterdi. Feodal bir prens, tebaalarıyla olan karşılıklı yükümlülükleri umursamasa bile atalarına ve Tanrı’ya olan daha büyük sorumluluklarını unutmazdı. O, Tanrı’nın emanet ettiği kullarına babalık yapardı. Buşido genelde kendisine atfedilmese bile ataerkil bir hükümet anlayışını kabul edip desteklerdi, daha az öneme sahip dayıerki (yani Sam Amca’nın!) hükümet anlayışına karşı olarak da yine ataerkil anlayışı savunurdu. Despot ve ataerkil bir hükümet arasındaki fark da burada yatar; birinde halk isteksiz bir şekilde itaat ederken diğerinde “onurlu bir alçakgönüllülükle, saygın bir sadakatle, hiç sönmeyen yürekten bir bağlılıkla, esaret altında bile engin bir özgürlük hissiyle”13 itaat eder. Eskilerin İngiltere kralına “halk sık sık başkaldırıp hükümdarlarını tahttan indirdiği için şeytanların kralı” demesi pek de hatalı bir söylem değildir, benzer bir deyiş Fransız hükümdarını “sayısız vergileri ve cezaları yüzünden eşeklerin kralı” olarak adlandırmıştır ama İspanya hükümdarına da “halkının gönüllü itaati” yüzünden “halkın kralı” lakabını bahşeder. Ama bu kadar yeter!
Anglosaksonlar için Erdem ve mutlak güç birbiriyle bağdaştırması imkânsız iki ifade olabilir. Pobyedonostseft İngiliz ve diğer Avrupa toplumları arasındaki temel farkı açık bir şekilde ortaya koymuştur; şöyle ki, bu toplumlar en temel ortak çıkarda buluşurken İngiltere son derece gelişmiş ve bağımsız karakteriyle diğerlerinden ayrı bir yerde durmuştur. Bu Rus devlet adamının, kıta Avrupa’sındaki milletlerdeki, özellikle de Slav ülkelerindeki bireylerin Devletin en uç noktalarında birtakım sosyal ittifaklara duyduğu kişisel bağlılıktan söz ederken dile getirdikleri Japonlar için de misliyle geçerli. Bu yüzden Japonya’da monarşi gücünün serbestçe kullanılması Avrupa’da olduğu kadar ağır bir şekilde hissedilmez, ayrıca halkın fikirlerinin babacan bir şekilde hesaba katılmasıyla bu güç genel olarak daha ölçülü bir hal alır. Bismarck’a göre “Mutlakiyetçilik hükümdardan öncelikle tarafsızlık, dürüstlük, göreve bağlılık, kudret ve manevi tevazu bekler.” Bu konu üzerine bir alıntı daha yapmama izin verirseniz Alman İmparatorunun Koblenz’de yaptığı konuşmaya değinmek isterim; kendisi bu konuşmasında hükümranlıktan “Tanrı’nın izniyle ne bir bakanın ne bir parlamentonun, hiç kimsenin hükümdarın sırtından indiremeyeceği ağır yükümlülükler ile yalnızca Tanrı’ya karşı duyduğu muazzam sorumluluğu beraberinde getiren güç” olarak bahseder.
İyiliğin çok hassas ve anaç bir erdem olduğunu biliyorduk. Katiyen boyun eğmeyen Fazilet ve amansız Adalet bilhassa eril değerlerse, Merhametin de kadınsı mizacından gelen nezaket ve inandırıcılığı vardı. Adalet ve fazilet duyguları olmadan gelişigüzel yapılan hayırseverliklere kendimizi kaptırmamamız gerektiği konusunda tembihlenmiştik. Masamuné sık sık alıntılanan sözüyle bu durumu çok güzel izah eder: “Aşırı fazilet dik kafalılığa, ölçüsüz İyilik de zayıflığa dönüşür.”
Neyse ki Merhamet güzel olduğu kadar boldu da çünkü “En cesur insanlar en şefkatli olanlardır, en sevgi dolular ise en korkusuz,” sözü evrensel bir gerçektir. “Bushi no nasaké,” yani “savaşçının şefkati” ifadesi ağızdan çıktığı anda içimizdeki asilliğe hitap eden bir söz gibi gelir kulağa; bunun sebebi bir samurayın merhametinin özünde herhangi birinin merhametinden farklı olması değil, merhametin kör bir dürtü olmadığı, adalet çerçevesinde değerlendirildiği ve yalnızca belli bir ruh hali olarak kalmayıp koruma ya da öldürme gücüyle desteklendiği durumlarda bile merhametli olmayı gerektirmesidir. Etkili ya da etkisiz talepten bahseden ekonomistler gibi biz de buşi merhametinin etkili olduğunu söyleyebiliriz çünkü merhamet gösterilen kişinin iyiliği ya da zararı yönünde etki gösterme gücüne sahiptir.
Kaba kuvvet uygulamaktan ve bu ayrıcalıktan yararlanmaktan iftihar eden samuraylar Mensiyüs’ün Sevginin gücü konusundaki öğretilerini tamamıyla benimsemiştir. Mensiyüs der ki: “İyilik, gücünü engelleyen ne varsa tıpkı ateşi söndüren su gibi kanatlarının altına alır; yalnızca bir bardak suyla çalı çırpı dolu koca bir vagonu saran alevleri söndürmeye çalışan insanlar suyun gücünden kuşku duyar.” Şunu da ekler: “Endişe iyiliğin temelidir, bu yüzden iyi bir insan acı çeken kederli insanları da hep önemser.” Dolayısıyla Mensiyüs, etik felsefesini Duygudaşlık üzerine kuran Adam Smith’ten çok önce bu fikirleri dile getirmiştir.
Gerçekten de bir ülkenin şövalyelik onuruyla ilgili ilkelerin diğer ülkelerdekine bu kadar çok benzemesi, yani doğunun çok kez suistimal edilmiş ahlaki fikirlerinin Avrupa edebiyatında en asil vecizelerde karşılık bulması pek şaşırtıcı. Aşağıdaki meşhur dizeler,
Hae tibi erunt artes—pacisque imponere morem,
Parcere subjectis, et debellare superbos,14
Japon bir beyefendiye gösterilse kendisi anında bu Mantovalı ozanı ülkesinin edebiyatından çalmakla suçlayabilir.
Zayıflara, mazlumlara yahut mağluplara karşı iyilik her daim bilhassa samuraylarla özdeşleştirilmiş bir nitelikti. Japon sanatına ilgili olanlar bir ineğe ters binmiş olan rahibin tasvirini bilirler. Rahip gençliğinde dehşet saçan biri olarak nam salmış eski bir savaşçıydı. Tarihimizdeki dönüm noktası sayılabilecek en önemli olaylardan biri olan korkunç Sumano-ura Savaşı’nda (MS 1184) teke tek çarpışarak bir düşmanı devasa kollarının arasında alt etti. Savaş adabı gereği, bu durumda mağlup edilen kişi bir soylu ya da karşısındaki kadar güçlü değilse kan dökülmemesi gerekirdi. Amansız savaşçı yakaladığı adamın ismini öğrenmeye çalıştı ama o ismini söylemeyi reddedince miğferini acımasızca çıkardı; karşısında açık tenli, sakalsız, genç bir yüz görünce afallayan şövalye düşmanını bıraktı. Delikanlının ayağa kalkmasına yardım edip babacan bir tavırla çocuğu serbest bıraktı ve şöyle dedi: “Git buradan genç prens, annenin yanına dön! Kumagaye’nin kılıcı bir damla kanınla bile lekelenmeyecek. Acele et, düşmanların seni görmeden bir an önce buradan uzaklaş!” Genç savaşçı kaçmayı reddedip Kumagaye’ye ikisinin de şerefi adına kendisiyle savaşması için yalvardı. Ak saçlı yaşlı askerin başının üzerinde bundan önce birçok kez can almış olan zalim kılıç parıldadı ama bir anda o cesur yüreği korkuyla doldu; o an, tam da o gün savaş borazanının sesiyle ilk kez muharebeye katılan oğlunun görüntüsü gözünün önünde canlandı, bunun üzerine savaşçının güçlü eli titremeye başladı ve kurbanına kaçıp kurtulması için tekrar yalvardı. Tüm çabalarının nafile olduğunu fark edip yaklaşmakta olan silah arkadaşlarının adımlarını duyunca şöyle haykırdı: “Madem sonun geldi, ölümün benden daha alçak birinin elinden olmasın. Ey Sonsuz olan! Bu çocuğun ruhunu al!” Bir anda kılıcı havada parladı, yere indiğinde gencin kanıyla kıpkırmızı olmuştu. Savaş bittiğinde
13
Burke,
14
Vergilius’un