12 yıllık esaret. Соломон Нортап
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу 12 yıllık esaret - Соломон Нортап страница 4
Arkadaşlarım bütün öğleden sonra alkol mekanlarında içki içtiler. Tanıdığım kadarıyla pek aşırıya kaçma huyları olduğu söylenemez. Bu gibi durumlarda kendileri aldıktan sonra bana da bir bardak doldurup uzatırlardı. Takip eden olaydan çıkartılabileceği üzere sarhoş olmadım. Akşama doğru yine bu içkilerden içtikten hemen sonra çok büyük bir rahatsızlık hissettim. Kendimi çok hasta hissediyordum. Başım sersemletici, ağır, katlanılmaz bir şekilde ağrımaya başladı. Akşam yemeğinde iştahım kaçmıştı; yemeğin görüntüsü de tadı da mide bulandırıcıydı. Hava kararırken aynı odacı beni bir önceki gece kaldığım odaya götürdü. Brown ve Hamilton sabah daha iyi olacağımı umduklarını söylediler ve yüzlerinde yaşadığım acıyı paylaştıklarını gösteren bir ifadeyle gidip dinlenmemi tavsiye ettiler. Yalnızca üzerimdeki ceketi ve botları çıkarıp kendimi yatağa attım. Uyumak imkansızdı. Kafamdaki ağrı arttıkça dayanılmaz bir hale geldi. Hemen susadım. Dudaklarım kavrulmuştu. Su dışında bir şey düşünemiyordum. Göller, akan ırmaklar, eğilip suyundan içtiğim dereler ve dışına taşan sularıyla kuyunun dibinden çıkan serin bir kova… Sanıyorum ki gece yarısına doğru yoğun susuzluğa dayanamayıp kalktım. Buranın yabancısıydım ve odaları hiç bilmiyordum. Görebildiğim kadarıyla ayakta kimse yoktu. Nereye gittiğimi bilmez bir şekilde rastgele dolaşırken en sonunda bodrum katındaki mutfağa girdim. İçeride iki üç siyahi hizmetli vardı. İçlerinden bir kadın bana iki bardak su verdi. Bu, geçici bir rahatlama sağladı ama tekrar odama döner dönmez aynı yakıcı su içme arzusu, aynı susuzluk çilesi yeniden başladı. Bu sefer öncekinden de ıstıraplıydı. O keskin baş ağrısı da aynı şekilde… Korkunç bir acı içinde kıvranıyordum. Neredeyse delirmek üzereydim! O felaket gecenin anısı beni mezara kadar kovalayacaktır.
Mutfaktan dönüşümün ardından geçen yaklaşık bir saat içerisinde odama birilerinin girdiğini fark etmiştim. Birkaç kişi var gibiydi, birbirine karışan sesler duyuyordum ama kaç kişi olduğunu veya kim olduklarını bilmiyorum. Brown ve Hamilton’ın orada olup olmadığına dair ise ancak tahminde bulunabilirim. Kesin olarak hatırladığım; birilerinin bana doktora gidip ilaç almamı söylediği, benimse ceketimi ve şapkamı almadan botlarımı giyip onları uzun bir geçit veya ara yol boyunca bir sokağa kadar takip ettiğim. Sokak, Pennsylvania Caddesi’nden sağa doğru devam edince karşınıza çıkıyordu. Karşıda bir pencereden ışık geliyordu. Sanırım o an yanımda üç kişi vardı ama bir bütün olarak düşündüğümde her şey sancılı bir rüya gibi belirsiz ve bulanık. Bir doktorun odasından geldiğini düşündüğüm ve ben yaklaştıkça azalan ışık, o zamana dair şu anda hatırlayabildiğim son aydınlık anı. O andan itibaren hislerimi yitirmiştim. Ne kadar süre o halde kaldım, sadece o gece mi, yoksa devam eden günler ve gecelerde de mi, bilmiyorum ama bilincim yerine geldiğinde kendimi yalnız, tamamen karanlıkta ve zincirlenmiş buldum.
Başımdaki ağrı bir nebze olsun gitmişti ama kendimi yorgun ve zayıf hissediyordum. Sert tahtadan yapılmış bir ranzanın üzerinde ceketsiz ve şapkasız oturuyordum. Ellerim kelepçelenmişti. Bileklerim de zincirlenmişti. Zincirin bir ucu yerdeki büyük daireye, diğeriyse bileklerimdeki kelepçelere bağlıydı. Boş yere ayağa kalkmayı denedim. Öyle ıstıraplı bir uykudan sonra düşüncelerimi toplamam zaman alacaktı. Neredeydim? Bu zincirlerin anlamı neydi? Brown ve Hamilton neredeydi? Ne yapmıştım da böyle bir zindana hapsedilmeyi hak etmiştim? Anlayamıyordum. Bu yerde tek başıma uyanmamdan öncesine dair boşluklar vardı hafızamda ve ne kadar zorlasam da hiçbir şey hatırlayamıyordum. Bir hayat belirtisi, bir ses var mıdır diye dikkatle dinledim ama her hareket etmeye kalktığımda şıngırdayan zincirlerimin sesinden başka hiçbir şey ağır sessizliği bozmuyordu. Sesli şekilde konuştum ama sesim beni ürküttü. Kelepçelerin izin verdiği ölçüde ceplerimi yokladım ve ne göreyim, yalnızca özgürlüğüm değil, param ve özgür biri olduğumu gösteren belgeler de çalınmıştı! Sonradan sonraya, karanlık ve şaşkın zihnimi toplayınca kaçırılmış olduğumu anladım. Fakat inanılır bir durum değildi! Bir yanlış anlaşılma, kötü bir hata olmalıydı. Kimseye yanlış yapmamış veya yasa ihlal etmemiş, New Yorklu, özgür bir vatandaş böyle insanlık dışı bir muamele görmemeliydi. Ama durumum üzerine düşündükçe şüphelerim doğrulandı. Issız bir düşünüştü şüphesiz. Duygusuz insanda güvenin de, acımanın da bulunmadığını hissettim ve kendimi ezilenlerin Tanrısına emanet ederek başımı kelepçeli ellerimin üstüne koyup acı acı ağladım.
3. Bölüm
Acı içinde düşüncelere dalmış oturuyordum alçak ranzanın üzerinde; bu halde bir üç saate yakın kalmış olmalıydım. Bir horozun uzun uzun ötüşünü duydum ve ardından da at arabalarının sokaktan geçerkenki gürültüsü çalındı kulağıma, anladım ki gün ağarmıştı. Ama zindanımdan içeri hiç ışık girmiyordu. Sonra bir anda üst katımda ileri geri yürüyen ayak seslerini işittim. O zaman anladım ki bir apartmanın bodrumundayım, rutubet ve küf kokusu da şüphelerimi haklı çıkarıyordu. Yukarıdaki gürültü en az bir saat daha devam etti. Sonra dışarıdan gelen ayak seslerini duydum. Anahtar, kilidin içinde döndü. Büyük bir kapı geriye doğru açıldı; içeriye iki adamla birlikte büyük bir ışık seli girdi. Adamlardan biri büyük, güçlü, kırk yaşlarında, aralarda hafif griliklerle beraber koyu kestane rengi saçları olan biriydi. Yuvarlak bir yüzü, kırmızı bir teni, bir de zulüm ve kurnazlıktan başka bir şey ifade etmeyen oldukça kaba saba bir vücudu vardı. Yaklaşık 1,80 metre boylarındaydı. Bütün görünümüyle sinsi ve tiksindirici olduğunu söylemem gerekir. Daha sonra öğrendiğime göre Washington’da iyi tanınmış James II adında bir köle tüccarıymış. Ya o zamanlar ya da daha sonra New Orleanslı Theophilus Freeman’la iş ortağıymış. Ona eşlik edense Ebenezer Radburn adında basit bir yalakaydı. Gardiyanlık yapıyordu. Bu iki adam da hâlâ Washington’da yaşıyor olmalılar. En azından ben Ocak ayında kölelikten kurtulduktan sonra oralardan geçerken öyleydi.
Açık kapıdan içeri süzülen ışık, hapsedildiğim odayı görebilmemi sağlamıştı. Yaklaşık 3,5 metreydi ve duvarları da taştandı. Zemin, tahtayla döşenmişti. Sağlam demir örgülerle çaprazlanmış, panjuru sıkı sıkıya kapatılmış küçük de bir pencere vardı.
Demir bir kapı da bitişikteki bir hücreye veya mahzene açılıyordu; tek bir pencere veya ışığın girebileceği herhangi bir delik yoktu. Benim bulunduğum odadaki eşyalar, üstünde oturduğum tahtadan kanepe ve eski bir sobadan ibaretti. Bunun yanındaki iki hücrede ne yatak, ne battaniye, ne de başka herhangi bir şey vardı. Burch ve Radburn’ün girdiği kapıya ulaşmak için binanın arkasındaki 3-3.5 metre yüksekliğindeki aynı kalın duvarlarca çevrelenmiş başka bir binadan çıkıp bir bahçeye gitmek, oradan da merdivenleri çıkıp bir ucu kapıya çıkan koridoru geçmek gerekiyordu. Bahçe, binadan yaklaşık 9 metre arkaya uzanıyordu. Duvarın bir kısmında sıkıca demirlenmiş, binadan sokağa uzanıp dar, kapalı bir geçide açılan bir kapı vardı. O dar geçitten çıkmayı sağlayan kapı, siyahi adamın mühürlü kaderiydi. Duvar, yukarısı içe doğru yükselen ve bir tür sundurmaya benzeyen bir çatıyı destekliyordu. Çatının alt tarafında değişik, yuvarlak bir tavan arası bölümü vardı. Köleler, istenirse burada kalabiliyor veya fırtınalı havalarda fırtınadan