Abdülhamit ve afrodit. İskender Fahrettin Sertelli

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Abdülhamit ve afrodit - İskender Fahrettin Sertelli страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Abdülhamit ve afrodit - İskender Fahrettin Sertelli

Скачать книгу

tereddüt etme. Seni ödüllendiririm.”

      “Duyduğum bir şey yok. Fakat mademki bu hususta meşgul olmamı emrediyorsunuz, herhalde Efendimize bir iki güne kadar önemli haberler vereceğimi zannediyorum.”

      Padişah, Melahat’in bu sözlerinden şüphelendi.

      “Sen herhalde bir şeyler biliyorsun, Melahat!”

      “Bildiğim bir şeyi Efendimizden gizlemeyi kendim için bir hıyanet addederim.”

      “Aferin! İşte şimdi biraz daha gözüme girdin. Seni çok sevdiğimden midir bilmem, her sözün hoşuma gidiyor. Sarayda bana dair ne işitirsen hemen haber vermeli, hatta bir dakika bile gecikmemelisin!”

      “Geldiğim günden beri cariyenizi çok kıskanıyorlar. Henüz hiç kimse ile samimi olmadım. Kimin ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilmiyorum. Ancak bazı kızların hal tavrını bugünlerde pek şüpheli bulduğum için onları emriniz üzerine takip edeceğim.”

      “Çok âlâ. Yalnız şu şüphelerin hakkında bana biraz bilgi ver bakayım!”

      “Hemen hemen istisnasız denecek derecede, bütün kadınefendiler ve kızlar geldiğim günden beri cariyenize dehşetli düşman oldular.”

      “Bu bir kıskançlıktan ibarettir. Sen bunlara kulak asma ve hemen bana işittiklerini haber ver. Yalnız dikkat et ki kimse bir şey hissetmesin, anladın mı?”

      Abdülhamit, birden aklına bir şey gelmiş gibi yerinden kalkarak yazı masasının önüne gitti ve masa üzerinde duran demir bir gülleyi Melahat’a gösterdi.

      “Sana böyle bir bomba verseler atabilir misin?”

      Melahat, Padişah’ın bu soruyu neden sorduğunu anlayamamıştı. Hünkâr’ın gözüne daha fazla girebilmek için olumlu bir cevap verdi.

      “Zannederim ki atabilirim!”

      Abdülhamit birdenbire gözlerini açarak sordu:

      “Senin gibi ince, zarif bir kız böyle bir bombayı nasıl eline alabilir?”

      Melahat, Padişah’ın huzurunda onun vesvesesini artıracak büyük bir pot kırdığını anlayarak masumane bir tavırla ilave etti:

      “Efendimiz irade buyurursanız hayır, atamam, diye itiraz etmek haddim midir? Sonunda şahsım için bir ölüm tehlikesi de olsa, Efendimizin uğrunda ölmeyi büyük bir şeref addederim.”

      “İşte bu cevap da hoşuma gitti. Gittikçe gözüme giriyorsun, Melahat! Gel bakayım, şöyle yanıma otur! Bak yanakların ne kadar kızarmış. Hâlâ o ilk günkü sıkılganlığın üzerinde! Ne oluyorsun? Sana kaç defa söyledim. Serbest ol! Sen cahil bir kız değilsin. Söylediğin şu düzgün sözleri mabeyinci efendiler işitseler, seni belki onlar da kıskanırlardı.”

      Padişah, genç kızın pembe yanaklarını okşarken, birdenbire Cafer Ağa telâşla huzura girdi ve yerlere kadar eğilerek Hünkâr’a özürlerini ilettikten sonra, “Kölenizi mazur görünüz, Sultanım,” dedi. “Bugün sarayda yemek yiyenlerden birçokları zehirlendikleri halde bu esrarengiz hadiseyi Efendimizden saklıyorlar!”

      Haremağası’nın verdiği bu haber üzerine Padişah o andan itibaren yemek yememeye başladı.

      Gerçekten o gün sarayda yemek yiyenlerden birkaçı zehirlenmişti. Fakat mesele ne Haremağası’nın gösterdiği kadar önemli, ne de Padişah’ın kuruntu ettiği kadar tehlikeliydi. Kalaysız bakır bir kazanda üzüm hoşafı pişirmişlerdi. Yapılan muayene neticesinde yemeklerde zehir namına bir şey görülmediği saray hekimleri tarafından tespit edilmişti.

      Muayene sırası üzüm hoşafına gelince, kazanın kalaysız olduğu anlaşılmış ve zehirlenenlerin fazla hoşaf içtikleri ortaya çıkmıştı.

      Meseleyi, İkinci Kâtip İzzet Paşa ile Başmabeyinci birlik olup Abdülhamit’e arz etmişlerdi. Padişah, hayatını ilgilendiren meselelerde pek titiz ve şiddetli davranırdı. Bu güvencelere de inanmamıştı. Akşamları gözünün önünde kaynamış çayla kuru gevrek ve kutular içinde getirilmiş tereyağı yiyordu artık.

      Abdülhamit, ruhunu daimi bir ıstırap içinde bırakan bu tehlikeli vaziyete son vermek istiyordu. Hünkâr’ın, sebeplerini ve faillerini keşfedemediği bu gibi hadiselerde fikrinden ve ilminden yararlandığı bir adamı vardı: Ebülhüda!

      Padişah, Şeyh Ebülhüda’nın kerametine inanmıştı. Onun bütün dediklerine inanırdı.

      Ebülhüda, evvelce Şam’da devecilik eden cahil bir Arap iken nasıl olduysa İstanbul’a gelerek Padişah’a rastlamış ve gün geçtikçe Abdülhamit’in güven ve ilgisini kazanarak sarayın en nüfuzlu şahsiyetlerinden biri olmuştu.

      Padişah, gece alaturka saat iki raddelerinde bu keramet sahibini huzuruna çağırmıştı.

      O günlerde saray dahili ve haricinde meydana gelen siyasi ve hususi bütün hadiseleri adamları vasıtasıyla takip ettirip araştıran bu Arap sihirbazı, Padişah’a karşı daima hazırlıklı bulunurdu.

      Huzura girdiği zaman, Hünkâr’a bağlılığını bildirir bildirmez uzun ve iri taneli tespihini cebinden çıkarmış ve Padişah’ın kendisine söz söylemesine meydan vermeden, “Allah, Allah…” diyerek gayet garip tavırlarla okuyup üflemeye başlamıştı. Ebülhüda’nın gözleri kapalıydı. O, cinler ve perilerle sohbete başlamıştı.

      “Ya huddam! Ya huddam! Ya huddam!” diye üç defa bağırdı. Şeyh Efendi, kendisine hizmet eden cin taifesini davet ediyordu.

      Abdülhamit cinlerden çok korkardı. Ebülhüda’ya saygıda kusur edecek olursa, cinlerin kendisini çarpacağını zannederdi.

      Yavaşça Ebülhüda’nın koluna girdi ve onu kenarda duran geniş bir koltuğa oturttu. Kendisine bu geç vakitte niçin huzura çağrıldığını anlatmak istemişti. Ebülhüda göz kapaklarını kaldırdı ve korkunç nazarlarını Hünkâr’a dikerek, “Cinler şimdi hepsini bana söyleyecekler. Boşuna yorulmayınız, Sultanım!” dedi.

      “Allah, Allah, Allah…” diye otuz üç tespih daha çektikten sonra şu kerameti yumurtladı:

      “Cinler şimdi gözümün önüne geldiler. İşte genç bir kız… Mutfakta kimseler yokken kazana gizlice bir şey atıp kaçtı. O ne? Zehir mi? Vay hain! İsmi ne onun? Nazikter mi? Estağfurullah. Estağfurullah. Bu ne müthiş manzara! Ya huddam, sorunuz o kötü kıza, İslam halifesine bu suikasttan maksadı nedir?”

      Padişah, kendisine en sadık zannettiği gözdelerinden Nazikter’in bu ihaneti karşısında dişlerini gıcırdatarak hiddetle yerinden kalktı.

      “O lanet olasıcayı şimdi buraya çağırınız!” diye bağırdı.

      Ebülhüda, Padişah’ın gösterdiği şiddet ve hiddete ehemmiyet vermemiş gibi görünerek kerametlerini yumurtlamaya devam etti.

      “Velinimetimize nankörlük eden bu kızın arkasında bir kalabalık görüyorum. İşte, Nazikter yine gözümün önüne geldi. Evet, bana hizmette kusur etmeyen cinler haber veriyor ki, bu kız düşmanlar

Скачать книгу