Kahvenin hikayesi. Stewart Lee Allen

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Kahvenin hikayesi - Stewart Lee Allen страница 10

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Kahvenin hikayesi - Stewart Lee Allen

Скачать книгу

geliyor,” diyerek sızlanıyordu. “Buradan gitmemiz gerek.”

      İlk kavga “Dişsiz” adını taktığım eski bir denizciyle onun katını çalmaya çalışan bir yolcu arasında çıktı. Diğerleri hızla onları ayırdı (Dişsiz, genç adamı parmakarası terliğiyle tehdit ediyordu); çünkü bu, kötüye işaretti. Bir çeşit değirmende yeşil bir püreyi öğüttüğünü fark ettiğimde ona bu adı takmıştım. Önce yemek hazırladığını düşünmüştüm. Daha sonra hazırladığı şeyin o çok değer verdiği kat olduğunu anladım. Dişsiz olduğundan, yaprağın değerli özünü çıkarabilmek için önce bu değirmenle “çiğnemesi” gerekiyordu.

      Başka bir mürettebat daha vardı, birkaç kez bana dik dik bakarken yakaladığım, muhtemelen on altı yaşlarında, kıvırcık saçlı, genç bir delikanlı. Samimi ve dürüst bir yüzü vardı; bir maymunu hatırlatan rahat hareketleri, hayatını Qasid gibi teknelerde geçirmiş olduğunu düşündürüyordu. Diğerleriyle muhabbet ederken konu Amerika’ya geldi. Üstümüzdeki küfede oturan delikanlı, şaşkınlık içerisinde el-Muha’yı işaret ediyordu.

      “El Marikalı mı?” diye sordu diğerlerine. “Orası el-Muha’ya yakın mı?”

      Diğerleri güldü, en sesli gülense Paulious oldu. “Daha Amerika’nın ne olduğunu bilmiyor!” dedi.

      “Bir ada mı?” diye sordu delikanlı.

      Kuzeybatıya doğru işaret ettim. “O tarafta.”

      “Eritre’nin orada mı?”

      Diğerleri yine güldü.

      “Hayır, hayır. Oldukça uzak,” dedim. “Amerika’ya gidecek olursan, önce Eritre’ye, sonra Etiyopya’ya gidersin, sonra Afrika’yı aşıp Türkiye’yi, sonrasında Avrupa’yı geçersin, sonra başka bir yere varırsın, yani İngiltere’ye ve oradaki denizi de geçersin. Büyük bir denizdir. Tüm bu yerleri geçtikten sonra vardığın yer Amerika’dır,” dedim. Diğerleri bu dediklerimi tercüme etti.

      Çocuk, bir yerin nasıl o kadar uzak olabileceğini anlayamıyormuş gibi bakıyordu bana.

      “Sandığın kadar uzak değil,” dedim ikna edici olmayan bir tonda.

      Kafası daha da karışmış görünüyordu. Sonra gözlerini kıstı; diğerleri hâlâ gülüyordu. Sanırım, insanların ona güldüklerini ve benim de ona yalan söylediğimi, onunla dalga geçtiğimi düşünmüştü. Öfke ve şaşkınlık arasında kalmış bir ifadeyle yanımızdan uzaklaştı ve birden aklıma geldi; evet, haklıydı. Amerika hayal edilemeyecek kadar uzaktı. Gidilemeyecek kadar uzaktı ve böyle bir deniz yolculuğu mümkün olsa bile, neden biri memleketinden bu kadar uzağa gitmek isterdi ki? Hatta Ay’da bile olsa, burası neden umurunda olsundu ki? Delikanlının yaşadığı yer burasıydı. Tüm hayatı boyunca burada, muhtemelen bu teknede yaşamıştı. Burası onun memleketiydi; burası, el-Muha, kumsal, deniz, rüzgâr ve bekleyiş. Bir gün, teknenin direği önünde oturan, gülen ve yüklerin arasından turuncu kremalı bisküviler çalan Dişsiz’in yerini o alacaktı. Belki otuz, belki kırk yaşında olacak, fakat bundan çok daha yaşlı gösterecekti.

      Sonrasında ise, ona ne zaman gülümsesem yanımdan uzaklaştı. Bana diğerleri gibi, sadece “Amerikalı” diye hitap ediyordu. Öğleden sonranın geri kalanını yalnız başıma oturarak geçirdim.

      Gitmekte olduğumuz Yemen’deki el-Muha Limanı hâlâ dünyanın en izole bölgelerinden biridir. Ancak kaçırılan Afrikalıların buraya kahve getirdikleri zamanlarda, en azından Batılılara göre, burası neredeyse efsanevi bir yermiş. Bir Yunan yazarın birinci yüzyılda kaleme aldığı Periplus Maris Erypraei’de anlattığına göre, buraya “yelken açmak bile son derece tehlikeli. (…) Burası, gemisi kaza yapmış herkesi yağmalayıp köleleştiren, ihtiyofajlarla [balık yiyenlerle] dolu bir diyar.” Yunanlar, Arapların devasa kertenkeleleri yediklerine ve kalan yağlarını da kaynattıklarına inanıyorlardı. Kanatlı ejderhaların da korkunç hastalıkların bulaştığına inanılan kıyıyı koruduklarına inanılırmış.

      Bu propagandanın büyük kısmı, yağmacıları, ticaret imparatorlukları için hayati önem taşıyan mür19 bahçelerine saldırmaktan vazgeçirmek için Araplar tarafından yayılmıştı. Ummanlı Arap denizciler çoktandır Qasid’e benzer teknelerle Hindistan’dan çivit otu, pırlanta ve safir getiriyorlardı. Afrika’ya da “vahşilerin iyi niyetini kazanmak için Muza’dan [el-Muha’dan] bölge halkının yaptığı silahlar”ı götürüyorlardı. Afrika’dan geri dönerken ise misk yağı, misk kolonyası, kaplumbağa kabukları ve gergedan boynuzlarını getiriyorlardı.

      Bir de çok sayıda köle getiriyorlardı; kölelerden bazıları Arabistan’a ilk kahve tohumlarını getirdi. Sayılarını ne yazık ki kesin olarak bilemiyoruz, fakat zanj köleleri birinci yüzyılda Çin’e getirilmişlerdi. 1474 yılında sekiz bin Afrikalı köle, Doğu Hindistan’daki Bengal’in yönetimini kısa bir süreliğine ele geçirdi. Bu köle ticareti, Umman’ın Siyahi Sultanı’nın Portekizlileri defetmesi ve 1800’lerde Afrika’nın Svahili kıyısındaki nüfusun neredeyse yarısını köleleştirerek Zanzibar’daki karargâhı kurmasıyla zirveye ulaştı.

      Akşam yemeğinde pirinç pilavı vardı. Haniş Adaları’nın titreşen ışıkları görünüyordu. Yanımdakilere bunların bomba atan uçaklar olup olamayacağını sordum. Hayır dediler, bu önemli bir şey değildi. Kat yoksunluğuyla tamamen gerginleşen Paulious hariç herkes somurtarak sessizliğe bürünmüştü. Paulious bana, rüzgârın azalmaya devam etmesinin ve yakında buradan gidebilecek olmamızın harika olduğunu söyleyip duruyordu. Bir adanın tepesi üzerinde karanlıkta dans eden küçük kum fırtınalarına doğru işaret ettim. Yıldızların aydınlattığı kum fırtınasının izleri gümüşe çalmakta ve adeta gökyüzünden aşağı süzülmekteydi.

      Şeytan hortumlarına Etiyopya dilinde bir isim vererek “Is al-sichan,” dedi. “Kötü şeyler olacak.”

      Ertesi gün rüzgâr yolumuza devam edebileceğimiz kadar sakinleşmişti. Araziyi günbatımına kadar gözlemledik ve birkaç saat sonra el-Muha Limanı’nın hemen dışına demir attık. Fakat ertesi sabah rıhtıma yanaşmaya çalıştığımızda Yemen’in bizi kabul etmediğini öğrendik. Başta Somalili mülteciler olmak üzere yol arkadaşlarımın resmi evrakları yoktu. Rıhtımdan yirmi üç metre uzağa demir atmamız ve orada durmamız gerektiği, limana girmemizin veya limandan ayrılmamızın yasak olduğu söylendi. Üç gün, üç gece boyunca limandaki sahipsiz gemilerin arasında sürüklenip durduk. Dostluklar kuruldu ve bitti. Daha fazla kavga çıktı. Somalili delikanlı Muhammed, konuşmak istemiyordu. Neyi olduğunu sorduğumda da yalnızca yıldızlara bakıp “Çok güzeller,” diye mırıldanıyordu.

      HAKLIYDI. GÜNDÜZLERİ, GİRDAP GİBİ DÖNEN kum fırtınalarının arasında bir görünüp bir kaybolan el-Muha’nın kemik beyazı minarelerini görebiliyorduk. Geceleri ise teknemiz demir attığı yerde sallanırken, sırtüstü uzanıp yıldızların daire çizerek dönüşünü izliyordum. Geceler soğuktu. Battaniyem yoktu, bu yüzden ısınmak için Billie Holiday’in şarkılarını söylüyordum. Şarkıları güzel söylediğimde, Dişsiz beni bir paket bisküviyle ödüllendiriyordu. En sevdiği şarkı da “God Bless the Child” idi.

      Zihnim biriktirdiği her anıyı kusmaya başlamıştı.

Скачать книгу


<p>19</p>

İlaç yapımı ve parfümeride kullanılan kokulu bir tür reçine. (e.n.)