Safiye sultan. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Safiye sultan - Turhan Tan страница 12

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Safiye sultan - Turhan Tan

Скачать книгу

başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”

      Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:

      “Baht yolu, Sinyorita, baht yolu! Biz faniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfu’ya giderken Türklerin saldırısına uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, dayanın!”

      O sırada Türk gemisi kıvrak manevralar yapıp farklı genişlikte daireler çizerek Galerya’ya yanaşmak üzereydi. Bafo, kaderine boyun eğmişti, ancak kendisinin gençliğine, güzelliğine, zekasına ve bütün benliğine sahip olacak şahıs veya şahısları görme ihtiyacını duyarak nemli gözlerini, yenik ve korkak Galerya’ya rampa etmek için duran Türk teknesine çevirmişti. Birden o nemli gözler büyüdü, solgun dudaklar titredi ve güzel Bafo sevince de hayrete de yorulabilir bir sesle bağırdı:

      “Deli Cafer Reis, Deli Cafer Reis!”

      Doğru görüyor ve doğru söylüyordu. Dört gülleyle koca bir Galerya’yı teslim olmak zorunda bırakan Türk gemisinin güvertesinde Deli Cafer’in heybetli endamı yükseliyordu. Üç gün önce Venedik’te arşın arşın kumaş satan, Duçeler Sarayı’nda savaş hikayeleri, düğün masalları anlatan iri Türk, bu korsan gemisi güvertesinde, o kırmızı cepkeniyle, kırmızı fesiyle ve kuşağıyla, kızıl kana boyanmış bir savaş tanrısı gibi muhteşem görünüyordu.

      Bafo, bu gözleminde yanılmamıştı. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında meydana gelen şu olayın sırrına ermek demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu savaş gemisi tesadüfün zoruyla değil, Duçeler Sarayı’nda üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte Baht yoluna düşüyordu. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyordu.

      Bu durumda ne yapmak lazımdı? Bafo, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde bu soruya cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir boyun eğişten başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce, sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince, ağlamak mı, somurtmak mı, yoksa gülümsemek mi, mutlu görünmek mi gerekeceğini kestiremiyordu.

      Böyle ince eleyip sık dokumaya vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak Galerya’yı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini yenilenlerin yanına göndermek üzereydi. Bundan ötürü Bafo, olayların gelişmesini beklemeye ve göreceği tavra göre hareket etmeye karar verdi.

      Deniz savaşlarında, hele o devirde, kara savaşlarıyla karşılaştırılamayacak derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi yenilgiye çevirebilirdi her an. Savaşanlar, onun ansızın coşup trajediler yaratmasından korktuğu için iş başında pek çevik hareket ederdi. Türkler ise hızın, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf örneklerini oluşturan bir milletti. Denize bile emrivakiler yapma fırsatını kolay kolay vermezlerdi.

      Bu sebeple Bafo çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin Galerya’ya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu halde, teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler ondan emir almaksızın görevlerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.

      O, işte bu küçük takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafo’ nun yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığını sandıracak kadar heybetli bir eda ile eğildi. “Küçük hanım,” dedi, “sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiğini söylememe izin verir misiniz?”

      Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti.

      “Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin, bizim gibi davranmayacağını size söylemelerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”

      Bafo kaşlarını çattı.

      “Yanımıza,” dedi, “geldiniz. Lakin dost gibi değil.”

      Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi.

      “Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu dost işi midir?”

      Deli Cafer, heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş Venedik dilberini uzunca bir süre süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu.

      “Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”

      “Tabii!”

      “Venediklilerin Türk gemilerine alçakça baskın yaptığını, bile bile mi bunu istiyorsunuz?”

      Kız, gözbebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi.

      “Evet!”

      “Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”

      “Tabii!”

      “Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”

      “Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”

      Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafo’nun omzuna koydu.

      “Biz,” dedi, “size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi yüce Padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er ya da geç imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”

      Bafo, Osmanlı Sarayı’nda Bizanslı, Sırp, Rus prenseslerin ne muhteşem hayat sürdüğünü masal gibi dinlemiş ve yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmişti. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i ve Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra Türklere büyük bir sevgi beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman aklına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşa vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe, içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekayı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla, hatta etiyle yararlanarak yaşayacağını düşününce, içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir çarpıntı geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan alemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi.

Скачать книгу