Türkçülüğün Esasları. Зия Гёкальп

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Türkçülüğün Esasları - Зия Гёкальп страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Türkçülüğün Esasları - Зия Гёкальп

Скачать книгу

medeniyetine karşı tamamiyle lakayıt kaldılar. Osmanlı medeniyetinin güzidelerine “havas” denildiği gibi, Türk harsının da ozanları, âşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki memleketimizde iki türlü güzide mevcuttu. Bunlardan birincisi, sarayı temsil ediyordu. Bu zümrenin maişetini temin eden de saraydı. Mesela Osmanlı şairleri saraydan caize almakla geçindikleri gibi, Osmanlı musikişinasları da sarayın verdiği ihsanlarla, maaşlarla geçinirlerdi. Halkın saz ve söz şairleri ise, halkın hediyeleriyle yaşarlardı. Ulema-yı rüsum namını alan Osmanlı uleması kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek maaşlar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk diniyatçılarını ise yalnız halk beslerdi. Bu sebeple, güzel sanatlarda vesair sanayide rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve Ahi babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve daima halk ve Türk kalırlardı.

      Görülüyor ki; hars ile medeniyeti birbirinden ayıran, harsın bilhassa duygulardan, medeniyetin bilhassa bilgilerden mürekkep olmasıdır. İnsanda duygular usule ve iradeye tabi değildir. Bir millet diğer milletin dinî, ahlaki, bedii duygularını taklit edemez. Mesela Türklerin İslamiyetten evvelki dininde Gök Tanrı mükâfat tanrısıdır. Mücazata karışmaz. Mücazat ilahı “Erlik Han” isminde başka bir üsturevi şahsiyettir. Tanrı yalnız cemal sıfatıyla tecelli ettiği için, eski Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrı’ya karşı korku hissiyle mütehassis olmazlardı. İslamiyetten sonra, Türklerde muhabbetullahın galip olması bu eski ananenin devamından ibarettir. Türklerde mahafetullah pek enderdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tecrübeleri gösteriyor ki güzelliğe, iyiliğe dair vaaz eden vaizlerin müdavimleri artıyor; cehennemden, zebanilerden bahseden vaizlerin samiileriyse daima azalıyor. Türklerin eski dinlerinde zühdi ibadetler yoktu, bedii ve ahlaki ayinler çoktu. Bunun neticesi olarak İslamiyetten sonra da, Türkler kuvvetli bir imana, samimi bir diyanete malik oldukları hâlde, zahidane ve mutaassıbane duygulardan azade kaldılar. Bu hususta Yunus Emre’yi okumak kâfidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlid-i şerif kıraatine; tekkelerde ise şiire ve musikiye büyük bir mevki vermeleri bedii diyanet enmüzecine mensup bulunmalarındandır.

      Eski Türk dininde, Türk tanrısı sulh ve müsalemet ilahı idi. Türk dininin mahiyetini gösteren “il” kelimesi, sulh manasına idi (Mahmud-ı Kaşgarî). İlci “sulhçu” demek olduğu gibi, ilhan “sulh hakanı” demekti. Türk ilhanları, Mançurya’dan Macaristan’a kadar daimî bir sulh vücuda getiren sulhperest mücedditlerden başka bir şey değillerdi.

      En eski Türk devletinin müessisi olan Mete’nin yüksek ahlakını, sulhperverliğini, emperyalizmden içtinabını “Yeni Mecmua”da yazmıştım. Türk sulhperverliğinin müessisi Mete’dir.

      Türklerin bu eski sulh ananesi sayesindedir ki Türk hükümdarları İslam devrinde de daima mağluplara şefkatle muamele etmiş, daima kendilerini beynelmilel bir sulh amili tanımışlardır. Türk tarihi baştan başa bu davaya şahittir. Avrupalıların o kadar itham ettikleri “Attila” bile yine onların rivayetince, mağlup milletler ne zaman sulh istemişlerse derhâl kabul etmiştir. Çünkü Attila da bir ilhan, yani cihan sulhunu temine çalışan bir mücedditti. Avrupalılar Attila’nın “Tanrı Kutu” unvanını, “Allah’ın belası” suretinde tercüme etmekle tarihî bir günah işlemişlerdir. Türklerin bütün sanat şubelerinde aşikâr olan bedii hususiyetleri de tabiilik, sadelik, zarafet ve orijinalliktir. Türk’ün halılarında, çinilerinde, mimarisinde, hüsnühattında tecelli eden hep bu bedii meziyetlerdir. Türk’ün güzel sanatlarında olduğu gibi diyanet ve ahlakında da hep bu meziyetlerin hâkim olduğu görülür.

      Bu misalden de anlaşılır ki bir harsı teşkil eden müteaddit içtimai hayatlar arasında samimi bir tesanüt, deruni bir ahenk vardır. Türk’ün lisanı nasıl sade ise dinî, ahlaki, bedii, siyasi, iktisadi, ailevi hayatları da hep sade ve samimidir. Türk’ün hayatındaki sevimlilik ve orijinallik bu merkezî seciyesinin bir tecellisinden ibarettir. Fakat harsın unsurları arasındaki bu ahenge bakıp da medeniyetin de ahenktar unsurlardan mürekkep olduğunu zannetmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, Acem, Arap harslarıyla İslam dinine, Şark medeniyetine ve son zamanlarda da Garp medeniyetine mensup müesseselerden mürekkep bir halitadır. Bu müessese hiçbir zaman kaynaşarak, imtizaç ederek ahenktar bir manzume hâline giremedi. Bir medeniyet ancak millî bir harsa aşılanırsa, ahenktar bir vahdet hâlini alır. Mesela, İngiliz medeniyeti İngiliz harsına aşılanmıştır. Bu sebeple İngiliz harsı gibi, İngiliz medeniyetinin unsurları arasında da bir ahenk vardır.

      Hars ile medeniyet arasındaki bir münasebet de şudur: Her kavmin iptida yalnız harsı vardır. Bir kavim, harsen yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan da harsın yükselmesinden medeniyet de doğmaya başlar. Medeniyet, iptida millî harstan doğduğu hâlde, bilahare komşu milletlerin medeniyetinden de birçok müessese alır. Fakat bir cemiyetin medeniyetinde fazla bir inkişafın süratle husulü muzırdır. Ribot diyor ki: “Zihin fazla bir inkişafa mazhar olunca seciyeyi bozar.” Fertte zihin ne ise, cemiyette de medeniyet odur. Fertte seciye ne ise cemiyette de hars odur. Binaenaleyh, zihnin fazla inkişafı ferdî seciyeyi bozduğu gibi, medeniyetin fazla bir inkişafı da millî harsı bozar. Millî harsı bozulmuş olan milletlere “dejenere milletler” namı verilir.

      Hars ile medeniyetin sonuncu bir münasebeti de şudur: Harsı kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, harsı bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan diğer bir millet, siyasi mücadeleye girince, harsı kuvvetli olan millet daima galip gelmiştir. Mesela eski Mısırlılar, medeniyette yükselince harsları bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette henüz geri olmakla beraber, kuvvetli bir harsa malikti. Bu sebeple, Mısırileri mağlup ettiler. Birkaç asır sonra, İran’da da medeniyet yükseldi. Tabiidir ki hars zayıflamaya başladı. Bu kez de iptida harsları henüz bozulmamış olan Yunanilere mağlup oldular. Bir müddet sonra, Yunan harsı da bozulmaya başladığından, gerek Yunaniler, gerek İraniler, kuvvetli bir harsla meydana çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara mağlup oldular. Şarkta Eşkâniyan ve Sasaniyan sülalelerinin, garpta Romalıların, harsı bozulmaya başlayan Makedonyalılara galebesi de aynı suretle izah olunabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi olmayan, fakat harsta son derece kuvvetli olan Araplar meydana çıkarak hem Sasanilere hem de Romalılara galip geldiler. Fakat çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeye başladığından, harsını kaybederek siyasi hâkimiyeti Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk Türklerine teslim ettiler. Töre, Türklerin millî harsından başka bir şey değildi. Türklerin şimdiye kadar müstakil kalması, Çanakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve mütarekeden sonra İngiliz silahlarıyla ve parasıyla teçhiz edilmiş bulunan Yunanlılarla Ermenileri mağlup ederek manen İngilizleri yenmesi, hep bu millî harsın kuvveti sayesindedir.

      Hars ile medeniyet arasındaki bu münasebetler anlaşıldıktan sonra, artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu memlekette ne gibi vazifelerin ifasına memur bulunduğunu tayin edebiliriz. Osmanlı medeniyeti iki sebeple yıkılmaya mahkûmdu: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi muvakkat bir camiadan ibaret olmasıydı. Ebedî hayata malik olan zümrelerse, camialar değil, cemiyetlerdir. Cemiyetlere gelince, bunlar yalnız milletlerden ibarettir. Mahkûm milletler, millî benliklerini imparatorlukların kozmopolit idaresi altında, ancak muvakkaten unutabilirlerdi. Bir gün mutlaka, milletlerden ibaret olan hakiki cemiyetler, raiyelik uykusundan uyanacaklar, harsi istiklallerini ve siyasi hâkimiyetlerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş asırdan beri bu ameliye devam ediyordu. Binaenaleyh, bu ameliyeden azade kalmış olan Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları da, selefleri gibi, inhilale duçar olacaklardı. İkinci sebep, Garp medeniyeti yükseldikçe Şark medeniyetini büsbütün ortadan kaldırmak hassasını haiz bulunmasıdır. Rusya’da ve Balkan milletlerinde Garp medeniyeti, Şark medeniyetinin yerine kaim olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda

Скачать книгу