Beyaz Lale. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Beyaz Lale - Омер Сейфеддин страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Beyaz Lale - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

çok maaş alan memurların müsriflik, idaresizlik yüzünden çektikleri sefaletleri, en zengin paşaların, beylerin ölümlerinden bir ay sonra çoluk çocuklarının hemen dilenecek derecelere indiklerini aklımdan geçirdim. İdaresiz, iktisatsız, intizamsız bir hayatın paraca ne kadar talihi olsa, yine istikbali kapkaraydı, İstanbul’daki evimden, karımdan ürktüm. Kurtulmak, yaşamak için… Kati bir ilaç, bir dermandı. Bir abıhayattı! Tekrar evlenmeye karar verince kız bulmak uzun sürmedi. Arkadaşımın dostlarından birinin akrabası olan şimdiki karımı bir pazar bana takdim ettiler. Pek hoşuma gitti. Babası iki sene evvel ölmüş bir mühendisti. Nişanlandık. Kızın küçük bir cihazı vardı. Nikâhlandık. Size yemin ederim ki, resmî evrak ücretinden başka on para masrafım olmadı. Balayı yapar gibi İstanbul yolunu tuttuk. Karım birinci sınıf yolcular arasında seyahat etmemize razı olmadı. Aldığımızı gazetenin parasına varıncaya kadar bir deftere yazmaya başladı: ‘Para kazanmak erkeğin, kazanılan paranın iştira kuvvetini arttırmak da kadının vazifesidir.’ diyordu. İstanbul’a geldik Beyoğlu’nda bir otele indik. Ben yokken zavallı eski şık karım kendisi gibi şık, zarif bir tek gözlüklü beye âşık olmuş… Onun arzusuyla hemen ayrıldık. Yeni karımı evime getirdim. Ahçı ile hizmetçileri görünce şaşırdı. ‘Bizde bankerler bile ayrı ahçı, ayrı hizmetçi tutmaz.’ dedi. Her üçünü de savdırdı.

      ‘Evde ne iş olursa ben yaparım!’ diyordu. Yemek, çamaşır, dikiş, temizlik, bulaşık, tahta silmek, kunduraları boyamak filan… Geldiğimizin ertesi akşamı evin kirasını sordu. Ben:

      Altı lira, deyince hayretinden gözleri patlayacaktı.

      ‘Hiçbir adam varidatının yarısından ziyadesini ev kirası verir mi?’ diye şaşıyor, Türkiye halkının hiç hesap bilmediğini söylüyor:

      ‘Siz de bir, iki, üç, dört, beş, on, yirmi, otuz var mı? Yazınızda rakam işaretleri var mıdır?’ diye tuhaf sualler soruyordu. Evvela möbleleri sattırdı. Paralarını bankaya koydu. O ay evi de bıraktırdı. Haydarpaşa’da bir Alman evinin üst katını sekiz mecidiyeye kiraladı. Burası mutfağıyla, abdeshanesiyle, ayrılmış bir apartman dairesi gibiydi. İki odası vardı. Birini yatak odası yaptı, birini oturma… Bu ikinci odada hem misafirlerimizi kabul ediyor, hem de yemeğimizi yiyorduk… Rahat, mesut yaşamaya başladık. Kira dahil olduğu hâlde aylık masrafımız tam beş lira ediyordu. Maaşımdan artan beş lirayı karım her ay bankaya götürüyor, mobilyalardan aldığımız paranın üzerine ekliyordu. O vakitten beri her ay beş lira harcıyoruz. Ben saat sekizde gara gidiyorum. Her gün öğleüstü karım bir sefer tasıyla yemeğimi, ekmeğimi ayağıma getirir, her akşam gelir, beni alır, beraber gezeriz. Saat altı buçuğa gelince beni gezintide yalnız bırakır, eve döner, yedi buçuğa kadar yemeği hazırlar, ben gelince yemeği hazır bulur, otururum. Yemekten sonra kemanla klasik parçalar çalar klasik şiirler okur. On birde hemen yatarız. Karım altıda yataktan kalkar. Kahvaltıyı hazırlar. Benimle beraber çarşıdan o günkü zahireyi almak için çıkar. Pazar günleri yaz olsun, kış olsun mutlaka dağlara gezmeye çıkarız. Akşama kadar gezeriz. Karıma göre en güzel eğlence kırda yayan gezmek, kırların havasından istifade etmektir. Üç senedir işte hayatımız bu program içinde geçiyor. Bir gün daha bu program bozulmadı. Geçen sene maaşım on beş lira oldu. Karım bunun masrafımıza hiçbir tesir yapamayacağını söyledi. Her ay bankaya beş lira yerine on lira götürmeye başladı. Karımın fikrince masraf varidata göre değil, ihtiyaca göre yapılırdı. Varidat artabilirdi. Fakat varidatın artması masrafın çoğalması için mantıkî bir sebep olamazdı. Masrafın, yine ihtiyaç derecesinde kalması gerekirdi. Bunu ben de muhakeme ettim. Doğru buldum. Bu kadar basit, bu kadar doğru bir hükme acaba Türkiye’de kaç Türk sahiptir? Bir Türk’ün aylık varidatı yirmi beş lira iken otuz lira oldu mu, hemen evini değiştirmeye, daha fazla bir hizmetçi tutmaya kalkar. Hâlbuki bizim kumpanyanın müdür muavini yüzlerce lira maaş aldığı hâlde masrafı ihtiyacına göredir. Yani tıpkı benimki gibi… Onun karısı da hizmetçi, aşçı, uşak kullanmaz. Çarşıdan erzağını bile kendi pazarlık eder, kendi alır, kendi evine getirir. Karım:

      ‘Ancak doğacak çocuklar masrafa bir şey ilave ettirir.’ der. ‘Çünkü ihtiyaç değişir. Masraf da o ihtiyaca uymalı…”

      Evet, nihayet bizim de bir gün masrafımızın çoğalması gerekir gibi oldu. Karım gebeydi. İşte ben asıl iktisat faziletinin ne olduğunu karımın gebeliğinde gördüm.

      ‘Bir hizmetçi tutsak… Sen gebesin. Rahatsız oluyorsun!’ dedim. Karım katiyyen reddetti. Gebeler için yürümek iş görmek gerektiğini, gebelikte oturmanın intihardan, havaleye, ölüme koşmaktan başka bir şey olmadığını söyledi. Hiç tertibimiz bozulmadı. Yine sabahları pazara gidiyor, gara yemeğimi getiriyordu; akşamları beraber geziyorduk. Karnı büyüdü. Sekiz aylık, galiba dokuz aylık oldu. Ben:

      ‘Pek yaklaştı artık bir adam tutsak.’ dedim.

      ‘Daha vakit var, daha vakit var!’ diyordu. Bir gün, yine sabahleyin evden çıktık. O pazara sapmak için benden ayrıldı. Öğleyin yemeğimi getirdi. Akşamüstü geldi, beni aldı. Biraz gezindik. Gayet bol bir manto giymişti. Yine akşam yemeğini hazırlamak için bir saat evvel benden ayrıldı. Ben arkasından eve gelince her vakitki gibi sofrayı hazır buldum. Oturdum, yemeğe başladık. Tam yemek ortasında Öbür odadan:

      ‘Viyak, viyak.’ diye bir seda gelmez mi?

      ‘Bu ne?’ dedim. Karım tavrını bozmadan, gayet tabii bir şey söylüyormuş gibi:

      ‘Çocuk!’ dedi. ‘Bugün doğurdum…’

      Gözlerimi açtım. Ben hâlâ bir Alman kadının ne olduğunu tamamıyla anlayamamıştım.

      ‘Ne diyorsun?’ diye haykırdım. ‘Ebe nerden buldun?’

      ‘Ebesiz doğurdum.’ dedi. ‘Ebe hekim demektir. Ben hasta mıyım? Ebeye ne lüzum var?’

      ‘Ne vakit doğurdun?’ diye tekrar haykırdım. Karım istifini bozmadan cevap verdi:

      ‘Senin yemeğini gara bıraktıktan sonra dönerken ağrı duydum. Eve geldim. Muşambaları, siliyordum. Ağrı ziyadeleşti. Banyoyu doldurdum. Çamaşır leğenini hazırladım. Doğurdum. Çocuğumu yıkadım, sardım, yatırdım. Kendim de yıkandım. Sonra yemeği hazırladım. Gezmek için geldim, seni aldım. Şimdi gelince beş dakika kadar süt verdim…’

      Hemen ayağa kalktım. Odaya doğru, bu kendi kendine doğan çocuğumu görmeye koşuyordum. Beni tuttu:

      ‘Otur, rica ederim. Yemeğin intizamını bozma. Kalkınca gidip görürsün…’ dedi.

      Yemekten sonra küçük bir sepetin içine yatırılmış yavrumu gördüm. Açık mavi gözleri tıpkı annesininkine benziyordu. Şimdi altı aylık oldu. Henüz masrafımızda bir ziyadelik yok… Karım dört beş yaşına girmeden bir çocuğun hiçbir masrafı olamayacağını söylüyor. Bir hafta geçmeden çocuğun uyuması, ağlaması, yemesi intizama girdi…”

      ……………..

      “Oh, azizim, ne çabuk… Tarabya’ya geldik. Ben buraya çıkacağım. Veriniz elinizi sıkayım. Anladınız ya ben niçin otuz okkadan doksan beş kilo oldum. Alman kadını… Alman hayatı… İntizamla istirahat! İşte saadetin! Allaha ısmarladık. Her pazar yayan Çamlıca Tepesi’ne çıkarız. Sen de gelirsen, orada görüşürüz. Allaha ısmarladık…”

      “Madama

Скачать книгу