Beyaz Lale. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Beyaz Lale - Омер Сейфеддин страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Beyaz Lale - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

soktu ve kilitledi. Sonra önüne büyük ve İngilizce bir kitap açtı. Okuyormuş gibi bakmaya başladı. Bugün iki büyük adamı davet etmişti. Onları barıştıracaktı. Şair, âlim, mütefennin, feylesof, mutasavvıf ve kabalist olduğu kadar hayalperestti. Bu iki büyük adamın dargınlığında Osmanlılık için gayet büyük, hem gayet büyük bir tehlike görüyordu. Mağşuşülmilliye ve Türklükle, Turanla münasebeti olmayan Osmanlıların en büyük adamı kendisiydi. Hatta üç dört aylık hükûmeti esnasında vatana, millete ettiği büyük hizmetleri tarihin asla unutamayacağı “büyük kabine” onun iktidarını, meziyetini takdir ederek ayanlığa namzet göstermemiş miydi? Tuhaf ve hayalî bir hezeyan içinde kendisini nazır zannetti. Ve yine yalnız hayalinde mevcut olan Osmanlı milletine bir hizmet edecek bu iki meşhur ve büyük adamı barıştırarak âyana sokacaktı. O vakit ikiye ayrılan Osmanlılar birleşecekler, gayrimillî ve ferdî hayatlarına devam edeceklerdi. Bunlardan birisi “şîmei muhabbet” birisi “şîmei husumet” iddia ediyordu.

      Hayalinde büyüttüğü, hayalinde vücut verdiği gayrimillî Osmanlı milleti şimdi şaşırmıştı. Husumete mi, yoksa muhabbete mi taraftar olsunlar? Ve bu iki âlimin çıkardıkları davalarla şöhretleri cihana yayılmıştı. Eğer barışmazlarsa Avrupa’da değil, hatta bütün dünya yüzünde umumi bir muharebenin baş göstereceği iki kere iki dört eder, kadar muhakkaktı. O vakit “şîmei muhabbetçi” ile “şimei husumetçi”nin namları tarihlere geçecekti. Bu ne muvaffakiyetti… Kendisi altı, yedi yüz bin sayfalık bir eser yazmaya kalkmasına rağmen, fotoğraflarına, makalelerine, hususi mektuplarına, resmî istidalarına imzasını “feylesof ” diye atmasına rağmen henüz onlar kadar baş döndürücü ve ani bir şöhret kazanamamıştı. Bunu kıskanıyordu. Ah ne olurdu, o da bir “şîmei bir şey” uyduruverseydi… Lakin hayır, işte kendisi nazırdı. Maddeten değilse bile manen nazırdı. Mademki Türklüğü kabul etmeyen, milliyetperverlerin arkasından gitmeyen Osmanlıların en büyük adamıydı; hakikatte hakkı nazırlık değil, sadrazamlıktı. Ve Şîmeicileri barıştırıp âyana koyacak, onların iddiasından kendisine mahsus vasatı bir “Şimei” çıkaracaktı. Dünyada en nefret ettiği, sözüyle, kalemiyle her fırsatta aleyhlerinde bulunduğu Genç Türklerin en yırtıcı huysuzlukları, vahşetleri barışmamak, itilaf etmemekti. Onlar: “İtilaf mesleğin ölümüdür…” derlerdi. Ve biraz kendi itmihanlarından, programlarından feda ederek muhalifleriyle, şantajcılarla anlaşmazlardı. Hâlbuki o “muhabbet” ile “husumet”i barıştıracaktı. Çünkü budala değildi, gayet zekiydi. Hem “muhabbet” ile “husumet”in arasında ne fark vardı? Hemen hiç. Beyaz ile siyahın, tek ile çiftin, ateş ile suyun arasındaki fark kadar ehemmiyetsiz bir başkalık… Bu başkalığa âdeta “müsavat” denebilirdi. Biraz tahlil istiyordu. Yoksa muhabbetin husumetten, beyazın siyahtan, tekin çiftten, ateşin sudan hiç farkı yoktu. Ve başını sallayarak:

      “Bütün yollar Roma’ya gider.” dedi.

      Zaten o hissediyordu. Muhabbetçi ile husumetçinin yalnız nağmeleri değişiyordu. Bestelerinin güftesi, bu güftenin manası hep birdi… Menfaat… Ve mademki fikirlerinin esası birdi, niçin dargın duracaklar ve Turan düşmanı Osmanlılığı anarşi içinde bırakacaklardı.

      Daldığı cehennemdeki gayya kuyusundan daha derin mütalaadan hizmetçi kız uyandırdı… Rumca, şişman bir beyin geldiğini söyledi. O da Rumca, yanına getirmesini söyledi. O, on yedi lisan biliyordu. İngiliz’le İngilizce, Fransız’la Fransızca, Rum’la Rumca. Arnavutla Arnavutça, Yahudiyle İspanyolca, fakat Türklerle Osmanlıca konuşurdu.

      Hizmetçi kızın arkasından giren “Muhabbetçi” Bey idi. Biraz ayağa kalktı. Yer gösterdi.

      “Buyrun, oturunuz bakalım.” dedi.

      “Muhabbetçi”nin mesut ve şişman bir banker gibi dünya umurunda değildi. Güldü.

      “Geç mi kaldım?” diye sordu.

      “Hayır, hayır…”

      “Fakat matbaada işimi bıraktım. Zarar ve ziyan olarak sizden bir makale almadan gitmem…”

      “Pekâlâ şeye dair yazdığım yazıları sana veririm…”

      “Neye dair?”

      “Şeye canım…”

      “Neye?”

      Büyük adam öyle kaldı. Neye dair yazdığını bulamıyordu. Pazularını gerdi, dişini sıktı ve attı:

      “Pestalojiye dair canım, birden bulamadım.”

      “Muhabbetçi” sevindi:

      “Pestaloji… Evet gayet mühim bir fen… Sekiz on senedir ben bu fenle uğraşıyorum. Osmanlılarca bilinmeyen bu ilimden ilk defa benim risalemde bahsolunması büyük bir şeref… Şerefin en büyük kısmı da size ait olacak.”

      Bir saat kadar pestalojiye dair konuştular. Bu ilmin tarihinden, terakkisinden, tekâmülünden bahsettiler. Hizmetçi kız bir beyin daha geldiğini haber verdi. Büyük adam “Muhabbetçi”ye:

      “Sana bir sürpriz yapacağım.” dedi. “Mutlaka barışacaksın…”

      “Ne? Beni onun için mi çağırdınız?”

      “Niçin?”

      “ ‘Husumetçi’ ile barışmak için…”

      “Evet.”

      “Mümkün değil.”

      “Niçin?”

      “Çünkü o barışmaz. Yoksa bana göre hiç…”

      Büyük adam, hizmetçi kıza, bu beyin getirilmesini yine Rumca emretti.

      Muhabbetçiye:

      “Sen emin ol.” dedi. “V beklediler… Biraz sonra kapı açıldı. Husumetçi büyük adama doğru yürüdü. Kendisine uzanan elleri sıktı. Yüzünü çevirip diğer misafiri görünce çehresi değişti. Bir an içinde kızardı, bozardı, sarardı, yeşilleşti, morardı, karardı. Âdeta sathına bukalemun derisi kaplanmış bir husumet heykeline döndü. Gözlüğü titriyordu. Yumruklarını sıktı. Muhabbetçiye o kadar korkunç ve ateşli bir gözle baktı ki… Büyük adam bile ürktü. Ayağa kalktı.

      “Ne oluyorsun yahu?” dedi. “Otursana… Tuhaf bir tesadüf? Hiddetlenmeye lüzum yok.”

      Birden Muhabbetçi de korkmuştu. Husumetçinin elinden bir kaza çıkacağından çekmiyorlardı. Fakat yavaş yavaş Muhabbetçi cesaret aldı. Arkadaş oldukları zaman onun ne kadar cesur olduğunu da öğrenmişti.

      Husumetçi:

      “Düşmanımın bulunduğu yerde duramam, mazurum.” dedi. Tekrar kapıya doğru yürüdü.

      Büyük adam fırladı. Onun belinden yakaladı:

      “Burası tekkedir. Gelmek sizin elinizde amma gitmek değil.” diyordu. İtişiyorlar; husumetçi kurtulmaya çabalıyordu. Ev sahibi bırakmıyordu. Muhabbetçi bedava sinematograf seyreden acemi bir polis hafiyesi kadar neşeliydi. Nihayet Husumetçinin gözlüğü yere düştü, büyük adam üzerine basınca tuzla

Скачать книгу