Yüksek Ökçeler. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yüksek Ökçeler - Омер Сейфеддин страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Yüksek Ökçeler - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

bir arzuydu. Bu, onun en samimi, en azgın bir mefkûresiydi. Amma böyle bir bey, bir efendi çıkmıyordu. Üç bin şu kadar gün kısmetini bekledi. Adaklar adadı. Bakıcılara, niyet kuyularına, Tezveren Dede’ye gitti. İstediði bir türlü gelmiyordu.

      Araba birdenbire sarsıldı. Masume Hanım daldıðı hülyalardan uyandı. Etrafına bakındı. Yolun üzerindeki bir sel yarıðını geçmişlerdi. Himmet, atı kırbaçlıyor, alabildiðine:

      “Deh, deh…” diye baðırıyordu.

      Bu ne kalabalıktı, Yarabbi! Kadın, erkek, çoluk çocuk, redingotlu, latalı, atlı, arabalı, hatta bisikletli bir sürü! İðne atılsa yere düşmeyecek… Laternaların, zurnaların, gırnataların, çifte naraların, çið sarı basmadanşalvarlı, göbek atan, hampur çeken çingene karılarının uðultusu bütün bütün yüreðini sıktı:

      “Himmet! Çırpıcı’ya deðil, Çıfıt Burgaz’a sür!” dedi.

      Saða giden bir yola saptılar. Tarlalar yemyeşildi. Ufkun nihayetinde aðaçlıklar görünüyordu. Ana caddeden uzaklaştıkça yolun gürültüsü azalıyor, hafif bir uðultu hâlini alıyor, tarla kuşlarının cıvıltısı işitiliyordu. Yakmadan kavuran bu ilkbahar harareti Masume Hanım’a fena tesir etti. Bütün vücudundaki kanlar altüst olmuş; taşmak istiyor, kulakları çınlıyor, gözlerinin önünde kırmızı kırmızı, menekşe renginde noktalar dolaşıyordu. Evet, otuz dokuz yaşında idi… Böyle kukumav gibi, yapayalnız yaşadıktan sonra paranın, rahatın, malın, mülkün ne ehemmiyeti vardı? Kısmetini bekleye bekleye nihayet ihtiyarlamayacak, şimdi kalbini böyle şiddetle çarptıran bu tatlı ateş, bu arzu, bu heves sönmeyecek miydi? Daha kısmetini ne kadar bekleyecekti? İşte ta on sene… Artık böyle kısmetini bekleyeceðine… İçinden:

      “Kendim arasam…” dedi.

      Arabayı tekrar Çırpıcı’ya çevirmeyi düşündü. İri, kuvvetli, genç, dinç bir adam bulacaktı. Allah’ın emriyle, Peygamber’in kavliyle… “Varsın bey, efendi olmasın!” dedi. Omzunu silkti. Gözlerini güneşin altında parlayan tarlalardan geçirdi. Himmet’e:

      “Çırpıcı’ya dön!” diyecekti.

      Aðzını açamadı. Birdenbire kalbi hızla çarptı. İstese… İşte onun kısmeti ta ayaðının dibinde deðil miydi? Hatta biraz ayaðını uzatsa bu kısmete dokunabilecekti. Himmet’in terden parıl parıl parlayan ensesine dikkatle baktı. Saydı. Tam beş kattı. Tıpkı bir boðanın boynuna benziyordu. Geniş omuzları, kalın, kabarık pazıları, mavi çuha cepkenini yırtacak gibi geriyordu. Yavaş bir sesle:

      “Himmet!” dedi.

      “Efendum?”

      “Sen kaç yaşındasın?”

      “On tohuz yaşundayum efendum!”

      …

      On dokuz, otuz dokuz!..

      Kendisinden tam yirmi yaş küçüktü. Amma ne ehemmiyeti vardı, Kadıköyü’ndeki zengin akrabalarından Gülsüm Hanım aklına geldi. O da kendinden yirmi beş yaş küçük olan arabacısını sevmiş, nikâhla varmış, bu arabacıyı giydirmiş, kuşatmış, âlâ bir bey yapmıştı. Bu adam Gülsüm Hanım’ın parasını yemek şöyle dursun, hatta işleterek arttırmıştı. Şimdi büyük bir tüccardı. Amma… Lakin… Fakat… Herkes ne diyecekti:

      “Masume Hanım uşaðına varmış!”

      Ne derlerse desinler! İnsanın böyle genç, dinç, etli, canlı bir kocası olduktan sonra… Himmet yalnız uşaðı, yalnız arabacısı deðil, aynı zamanda aşçısıydı da. Ölen kocasından kendisine mallarla beraber hasislik de kalmıştı. Orta hizmetini bile Himmet’e gördürüyor, koca evi ona sildirip süpürtüyordu. Şimdi bu kadar çalışkan, bu kadar masrafı az, faydası çok bir delikanlı kocası oluverirse ne lazım gelirdi? Evet, Himmet, ne emrederse, itirazı aklına getirmeden, hemen yapardı. Fakat nasıl:

      “Beni al!” diyecekti.

      Başkasıyla söyletse… Kiminle? Masume Hanım al dudaklarını ısırarak iri tombul elleriyle gür saçlarını düzeltti:

      “Kendim söylesem..” diye düşündü.

      Amma nasıl? Araba tenha düz yolda tıkır tıkır gidiyor, ara sıra kır kokuları getiren hafif bir rüzgâr esiyordu. Himmet’i yavaşça açmalı, gönlünü gıcıklamalıydı.

      Masume Hanım içinden:

      “O vakit o bana yalvaracak.” dedi.

***

      “Himmet!”

      “Efendum?”

      “Yüzünü bu tarafa dön.”

      “Başüstüne efendum.”

      “Sen türkü bilir misin hiç?”

      “Hiç bilmem efendum.”

      “Ulan Himmet, senin gözlerin ne kadar güzel!”

      “Anamın gözlerine benzer efendum.”

      “Kaşların ne kadar güzel?”

      “Halamın gaşlarına benzer efendum.”

      “Yanakların ne al?”

      “Sayenizde efendum. Yiyoruz, içiyoruz… Al olmasın mı?”

      “Sen gece hiç rüya görmüyor musun ulan?”

      “Rüya ne efendum.”

      “Düş…”

      “Hiç görmem efendum.”

      “Yatınca hemen uyur musun?”

      “Uyurum efendum.”

      “Uyumazdan evvel yahut uyanırken aklına bir şey gelmez mi?”

      “Memleket gelür, anam gelür, babam gelür, efendum.”

      …

      Araba iki tarafı ekilmiş tenha yoldan ilerliyor, Masume Hanım, Himmet’le konuşuyor, bin dereden su getiriyor, onu açamıyordu. Aklında anasıyla memleketten başka hiçbir şey yoktu. Yarım saat sonra Çıfıt Burgaz çiftliðinin hududuna girmişlerdi. Masume Hanım nihayet dayanamadı. Himmet’i açmaya uðraşmaktan vazgeçti. Birdenbire kendi alabildiðine açıldı:

      “Ulan ben güzel miyim?” dedi.

      “Allah baðışlasın efendum.”

      “Hoşuna gidiyor muyum?”

      “Bilmen efendum.”

      “Nasıl bilmezsin ulan?”

      “Bilmen efendum, hoşuna gitmek nedür ki? Ben ne bileyum efendum.”

      Bu dangalaðın hiçbir şeyden haberi yoktu. Artık bundan açık söylenebilir miydi? Masume Hanım, “Bari

Скачать книгу