Küçük Paşa. Ebubekir Hâzim Tepeyran

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Küçük Paşa - Ebubekir Hâzim Tepeyran страница 7

Жанр:
Серия:
Издательство:
Küçük Paşa - Ebubekir Hâzim Tepeyran

Скачать книгу

köylü bir sütninenin çocuğunu evlatlığa kabul ile yüksek şanına halel verir miydi? “Kısırlık kusuru paşadadır.” diye konağın kapısına bir levha asılamayacağına göre, bu uğursuz çocuk: “Hanımefendi kısırdır, hanımefendi kısırdır.” diye mücessem bir ilan gibi daima içerde, dışarda dolaşıp duracak.

      Hanımın düşündüğü belaların en büyüğü atiye ait. Paşanın âdeta öz evladı gibi sevmeye başladığı Salih’i kendisine varis tanıması, öyle vasiyet etmesi ihtimali ne kadar kötü bir ihtimal?

      Bu ihtimal, pek kıymetli bir yün kumaş içine sokulan güve gibi hanımın kalbini kemirmeye başladığından, Salih’in koca konak içindeki varlığı ne kadar küçük olursa olsun, hanımı, nasılsa gözüne girmiş bir sinek, kulağına kaçmış bir pire gibi izaç ediyordu.

      VI

      Salih, Haldun’dan ancak 42 gün büyük olduğu hâlde cüssesine nazaran bir yıl daha büyük zannolunurdu. Haldun, Salih’in tabii hakkı olan ana sütünü gasp etmekle onun büyümesine mani olamamıştı.

      Hilkatin her şeyle gıdalanmaya mecbur bir köylü midesiyle teçhiz ettiği Salih, soğuk-sıcak, bazen bozuk sütler de içirilmiş olduğu hâlde, Haldun’dan daha kuvvetli, sıhhati daha mükemmeldi.

      Salih’in, pek küçükken Selime’nin çiğneyerek iğrenç bir merhem haline getirdikten sonra bir tülbent parçası içine koyup (Sormuk) adıyla ağzına soktuğu, saatlerce emdirip avuttuğu kuru üzüm usaresinden faydalanmış olması muhtemeldir.

      Salih’in, anası gibi her türlü illetten masun olduğu, hekim muayenesi ve Babıali’nin muhaberesi ile müspet bir kadın için de meni elzem olan bu iğrenç âdet, Anadolu’da yalnız köylerde değil, kasabalarda da devam etmekte olduğu gibi, çocuğuna başka ağızlarda çiğnenmiş şeyler emdiren analar bugün de büyük şehirlerimizde bile nadir değildir.

      Haldun üç yaşına bastığı bir sırada babası ikinci orduya memur oldu. Nüzhet Hanım, kocasından ayrılmak istemediği kadar, Nâime Hanım gibi biraz da kendisi bir konağın büyük hanımlığı hükümetini sürmek istediğinden, Dilaver Paşa, Edirne’ye ailesiyle birlikte gitti. Selime, Haldun’u emzirdiği zaman Salih’in de anası olduğu hiç hatıra gelmez, bu sıfatına hiç hürmet edilmez idiyse de şimdi Suat Paşa’nın evlatlığı olan Salih Bey’in anası olduğu için, Nüzhet Hanım, Edirne’ye gitmesi arzusunda bulunamadı.

      Haldun yürümeğe başladığı günden itibaren babasının rütbesine mahsus miralay üniforması giydiği gibi, Salih’in koluna da bir çavuş nişanı takılarak üç yıldır bir onbaşı bile olmayan babasını rütbece geçmiş olduğundan, Selime: “Dünya bu, buynuz kulağı geçer.” demişti.

      Dilaver Paşa ile oğlu Haldun Paşa Edirne’ye gidince, konakta küçük paşalık makamının boş kalması Büyük Paşa’nın büyüklüğü için bir nakıs gibi göründüğünden, umumi arzuya binaen Küçük Paşalık Salih Bey’e tevcih olundu; Salih’e çavuş nişanı takıldığı gece Selime tarafından nişanın altına mavi bir boncuk iliştirildiğini görüp: “Konakta Miralay Haldun Bey dururken Salih Çavuş’a kim bakar ki…” diyerek o kötü göz yıldırım siperini söküp Selime’nin yüzüne atan, “Paşa Baba” diye Suat Paşa’nın kucağına çıkan Salih’i nasılsa Şafii mescidine girmiş bir it eniği gibi sürükleyip odadan çıkarmaya teşebbüs eden Dilber, Nüzhet Hanım’la Edirne’ye gitmeyip de Salih’in Küçük Paşa olduğunu görse, bu unvan tevcihi Selime’yi daha ziyade memnun ederdi.

      Bu unvandan kimlere, niçin ve kimler tarafından verildiğini bilmeyen Selime, birçok hanımın kocaları Paşa olduklarından dolayı hanımefendiye teşekküre geldiklerini her zaman görmekte bulunduğundan, Salih’in de gerçekten paşa olduğu zannıyla pek mesrur oldu. Paşanın, hanımefendinin eteklerini öptü, teşekkür etti.

      İnsanlara her zaman saf bir sürur nasip olmaz; her tatlı, mutlaka az çok bir acılıkla karışır. Dimağında tahayyül kudreti bulunsa, hayalinin havsalasına sığabilecek refahiyet sebeplerinin bu konak kapıcısının veya aşçı yamağının maişetleri derecelerine kadar bile yükselemeyen Selime’nin, üç yaşındaki oğlu “Küçük Paşalıkla” hükümran olduğu hâlde bu kâşane içinde her türlü huzur ve refah arasında bir hoşnutsuzluk rahatsızlığı vardı.

      Selime, Haldun’u emzirdiği iki sene müddetle mahkûm olduğu perhizden hayli üzülmüştü; çünkü sütü bozulup Haldun’un sıhhatine dokunacak mukarenetlere imkân vermemek için Selime kocasıyla ayda bir kere Nevnihal Kalfa ve Şirin Dadı’nın nezaretleri altında görüştürülürdü. Şirin Dadı da, Nevnihal de istemeyerek ifa ettikleri “ihtilatı men” memurluğundan dolayı girdikleri günahı Nüzhet Hanım’a yükseltiyor, alelhusus Nevnihal, Selime’nin himayecisi olmak saikasıyla bu yasakçılığın pek zalimane bir işkence olduğunu da söylüyor ve: “Görmüyorlar mı fukara çocukları bir düzine doğar, biri kucakta tepinirken diğeri karnında kımıldanır; biri yeryüzünde emeklerken öteki rahîmde kulaklanır; memeyi biri bırakır, öteki çekiştirir, ne yasak var, ne karantina; ne süt bozulur, ne çocukların kırmızı yanakları solar; bunlar seçme, fakat ne yapalım? Vebali yaptıranların boynuna, biz emir kuluyuz.” sözlerini de ekledi.

      Haldun memeden kesilmedikçe, Ali askerliğini bitirip istipdal tezkeresini almadıkça köye gitmek mümkün olamayacağını Ali de, Selime de bildiklerinden, birbirleriyle böyle iki kardeş gibi masumane görüşmeye ister istemez tahammül ediyorlardı.

      Siyasi cürümler suçluları gibi pek şiddetli nezaret altında görüşmeye Ali, Selime’den ziyade kızıyordu; bu mahrumiyetin de tesiriyle Ali karısını pek ziyade kıskanmaya başlamıştı. Selime köyde iken böyle değildi. Orada köy kadınlarının maişet tarzları ve iş nevileri gibi, kıyafetleri ve el ayak renkleri hemen birbirinin aynı olduklarından Selime kimsenin dikkatini çekemezdi. Güneş yakması, daima açık havaya maruz olması, kış yaz ağır işlerle uğraşmasının neticesi olarak yüzü pek esmer, vücudu ancak kemiklerini örtecek kadar semiz, eli ayağı siyah ve pürüzlü, kendi tabirleri veçhiyle pişirgeç (saç üstünde yufka ekmek pişirirken kullandıkları yanık değnek) gibiyken, şimdi öyle değil; eli yüzü ağarıp tombullaşmış, yanakları, dudakları kiraz gibi kızarmış; gözleri, çatık, kalın ve mahut “keman” teşbihini istimalde zaruret hasıl edecek kadar kavisli, göz uçlarına kadar inen uzun kaşları daha ziyade koyulaşmış gibi görünüyordu. Yiyecek şeylerin çokluğundan, uyku ve rahatın tasavvurundan ziyade, mükemmeliyetten faydalanarak semirdikçe semirip âdeta tanınmaz bir hâle gelmişti. Vaktiyle belli belirsiz olan çene çukuru, şimdi Ali’nin ağzının suyunu akıtacak kadar derinleşmiş; köy yadigârı üçer tane mavi sırça bilezik evvelce en hafif bir hareketle de şıngır şıngır öterken, şimdi birer birer çatlayarak kırılmış; yalnız vaktiyle pek geniş olan ikisi, Arapların etine dolgun kadınlar için “bacak yahut kol bilezikleri samit kadın” dedikleri gibi boğum boğum halkalanan etler arasına gömülüp susmuşlardı. Çene altında iki sıra katmerlenen ve kalça üzerine yığılan et taşkınlıklarına, bütün mesamlarından fışkıracak gibi kan feyezanlarına gıpta eden Dilber: “Pek eyi kalpli bir kadın, fakat bir hayvan gibi saygısız, besiye çekilmiş kazlar gibi kaygısız!” diye kıskançlıkla bir hakikati söylerdi. Fakat bu sözler, bir sütnine için aranan en iyi vasıfların en mühimlerinden olduklarından, Selime’nin haysiyetine dokunmazdı.

      VII

      Haldun

Скачать книгу