Zavallı Necdet. Saffet Nezihi

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Zavallı Necdet - Saffet Nezihi страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Zavallı Necdet - Saffet Nezihi

Скачать книгу

İbrahim Şemsi Bey… Necdet kadar sevdiğim, altı senelik mektep hayatının çok kıymetli bir arkadaşı İbrahim Şemsi… Elini elime aldım. Samimiyetle sıktım:

      “Saadetini tebrik ederim.” diyordum. “Necdet bana hepsini hikâye etti.”

      Bu cümleyi söz bulabilmek için söylemiştim. Necdet bana o hazin macerayı söylerken anlamıştım ki İbrahim Şemsi’nin saadeti; zavallı Necdet’in felaketini mucip olmuş, işte onu böyle harap, perişan etmiş, bitirmişti. Fakat İbrahim Şemsi’nin ne günahı vardı?

      “Teşekkür ederim.” dedi. “Tebrikiniz pek geç, fakat samimiyeti itibarıyla çok kıymetli… Ancak o saadeti, o bahtiyarlığı ben Necdet Feridun’a borçluyum. Zavallı çocuk; bilsen azizim ne kadar üzülüyorum! Şu merak, bu garip hastalık kendisini günden güne bitiriyor. Bütün aile, hepimiz üzerine titriyoruz. Şu meraktan kurtarabilmek için ne gibi vasıtalara başvurduğumuzu bilsen, gülmekten bayılırsın! Geçenlerde bir kitapta okumuştum. Keman sesi sinir buhranını yatıştırmak için çok tesirli imiş, refikam şimdi her sabah o uykudan uyanmadan kemanını çalmaya başlıyor. O tatlı nağmelerle kendisini uykudan uyandırıyor. Ne dersin? Bu tecrübede fevkalade muvaffak olduğumuzu söyleyecek olsam inanır mısınız? Evet; sizi temin ederim, Necdet o ses ile uyandığı günler hiç ıstırap çekmiyor. Buhran eseri görmüyor. Sizi yolunuzdan alıkoydum ama affedersiniz, değil mi?”

      Hayretim dakikadan dakikaya artıyordu. Cevap vermiş olmak için dedim ki:

      “Biraz evvel, yine rahatsızlığı tutmuştu.”

      “Bunda mutlak bir sebep olmalı!”

      “Hayır! Hiçbir şey… Hiçbir sebep yok… Biraz hazımsızlık… İşte o kadar… Bundan böyle görüşürüz, değil mi?”

      Artık cevap vermeye bile lüzum görmedim; kendisini hürmetle selamlayarak köşkten dışarıya çıktım, istasyona doğru âdeta koşmaya başladım. Yolda ne düşündüğümü, ne garip mütalaalarda bulunduğumu tasvir etmek kabil olamaz. Ben Necdet’in bulunduğu mevkii düşünüyordum. Felaketine acıyordum. Zavallı Necdet; zavallı çocuk.

***

      O günlerde idare işleri o kadar artmıştı ki vakit bulup da Necdet Feridun’a bir daha gidemedim. Sergüzeştinin neticesini, bunun ne kadar hazin olduğunu anlıyordum. Cesaretim kırılmıştı. İkinci defa yine gitmek, onu görmek için kendimde bir türlü kuvvet bulamıyordum. On beş gün kadar geçmişti sanırım. Göztepe’nin o sıcak havası, ara sıra esen o ılık rüzgârı bana bazen gece uykusunu kaybettirirdi. O zaman Necdet Feridun’un hâli gözlerimin önüne gelirdi: Şiddetli bir aşk, gizli bir aşk, anlatılamayan bir hazin sevda… Yalnız bir gönülde kalan, yalnız bir gönlü harap eden, bitiren çok kuvvetli bir sevgi… Sevilenin, sevildiğinden bile haberi yok belki… Sabahları beyaz gecelik elbisesiyle saçları perişan bir hâlde Vagner’in, Mozart’ın en yanık, en hazin nağmelerini hafif hafif esen rüzgârlara serperken seven uyanıyor ve çok müessir feryatlar içinde gözlerini açtığı zaman sevdiği karşısında, gül yanaklarına çok yaraşan tatlı, hafif bir gülüşle gülüyor. Ne saadet değil mi? Hayır;

      saadet değil, bedbahtlık… Çünkü bir saniye sonra o aşkın ebediyen söndüğünü, bu sevgilinin artık ebediyen kendisinin olamayacağını anlamaktan hasıl olan bir acı ile, bu acının kalbine açtığı çok derin bir yara ile ümitsiz, bitkin titriyor.

      Bunu, bu hazin macerayı düşünmek bile insanın tüylerini ürpertmeye kifayet eder.

      Bir gün matbaada masanın önünde oturuyordum. “Sevdiğim” redifli bir gazeli, “Fuzuli’nin bir gazelini tahmis” başlıklı bir saçmayı, “Tiyatroda bir gece” isimli bir hikâyeyi gözden geçiriyor, bunları okumak için kaybettiğim zamana acıyarak birer birer sepete attığım sırada ufak bir zarf gözüme ilişti. Diğerlerinden evvel onu açtım. Necdet Feridun’dan idi. Şu satırları okudum:

      “… Şimdiye kadar bekledim, gelmedin! Buna ne mana vereyim? Yoksa ıstırabımdan korktun mu? Bu akşam seni köşkte bekliyorum. Yarın Midilli’ye doğru seyahat için hareket etmek arzusundayım. Mutlak beklerim!”

      Filhakika Necdet’i on beş günden beri aramamam münasebetsiz oldu. O gün akşamüzeri köprüden bindiğim vapur hareket ettiği zaman Necdet Feridun’un Midilli’ye seyahatinin sebeplerini zihnimde araştırıyordum. Belki merakını defetmek için bir seyahate lüzum gösterilmiştir.

      Tren Feneryolu İstasyonu’nda durduğu zaman Necdet’i orada ayakta gördüm. Beni bekliyordu:

      “Gelmemiş olsaydın darılacaktım.” diyordu. “Seni yolundan çevirmek için işte burada bekliyordum. Fakat ona hacet bırakmadın!”

      Ellerimi samimiyetle sıktıktan sonra sözüne devam etti:

      “Birdenbire böyle bir seyahat icrasına kalkışmama bilmem ne mana verdin?”

      “Buna verdiğim mana gayet sade… Küçük bir kapris, senin de benim de bildiğimiz sinir…”

      “Evet, evet sinir, pek doğru bulmuşsun!”

      Necdet acı acı güldü:

      “Sergüzeştimi sana tamamıyla hikâye etmeden buradan gitmeyi arzu etmedim.”

      “Teşekkür ederim!” diyordum.

      “Fener Bahçesi buraya yakındır. Yavaş yavaş oraya kadar gidebiliriz. Bilmem yoksa yorgun musun?”

      “Hayır… Fener’de güneşin batışını da seyretmiş oluruz.”

      Kol kola girdik. Demir yolunu takip ettik. Yavaş yavaş yürüdük. Köşkün önüne geldiğimiz zaman Necdet, uşağa bazı şeyler söyledi. Ben ağır adımlarla ilerliyordum. Biraz sonra bana yetişti. Yine beraberce yürümeye başladık. Diyordu ki:

      “Seyahatim münasebetiyle İbrahim Şemsi ile bizim enişte bey yemekte bulunacaklar. Arzu ettiğimiz gibi konuşamayız. Fener’de; güneş batarken muhite yaydığı o garip mahzunluk içinde sergüzeştimi anlatmak ve bitirmek istiyorum. Eğer o sergüzeşt bununla bitecekse… Heyhat, hiç zannetmem.”

      Fener Bahçesi’ne gidinceye kadar öteden beriden konuştuk. On dakika sonra Fener Bahçesi’nde bulunuyorduk, deniz kenarına yakın bir yerde asırlık ağaçlardan birinin altına koydurttuğumuz sandalyelere oturduk. Biz orada mevcut olan sair zevk sahiplerinden uzakta bulunuyorduk. Zaten çarşamba olduğu için Fener mesiresi biraz tenha idi. Güneş batıyordu. Manzara çok latif idi. Gözümüzün önünde açılan bu “gurup levhası” seyrine doyulamayacak derecede güzeldi. Pek güzeldi. Marmara’nın uzak, pek uzak bir ufku üzerinden gizlenen güneş, akşamın şu garipliği, şurada, önümüzde çakıl taşlarına çarparken âşıkane bir ahenk vücuda getiren hafif dalgalar, kanat çarparak yuvalarına çekilen kuşlar, her şey, her şey bizi anlaşılamaz, anlatılamaz bir hüzün, bir mahzunluk içinde bırakmıştı. Bu manzarayı öyle bir müddet seyrettik. Necdet Feridun diyordu ki:

      “Şu gurup levhalarını seyrederken kaç defa ağladım bilir misin? Bunların bana nasıl tesir ettiğini tasavvur edemezsin. Sevda felaketi insana başka bir hâl, bir gariplik… Nasıl anlatayım; herkeste olmayan bir hâl veriyor. Kimsenin göremediği en küçük, en nazik şeyleri gösteriyor. Kalbi pek ince hislere alıştırıyor… Sergüzeştimin

Скачать книгу