İnsanın Macerası. Piero Scanziani

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İnsanın Macerası - Piero Scanziani страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İnsanın Macerası - Piero Scanziani

Скачать книгу

sahibiz, diğer memeliler ile ortak olarak dudaklarımız var ve ilk hatıra olarak anne kıçına sahibiz, omurgalılar ile ortak bir kalp atımımız vardır; tüm hayvanlarla birlikte ortak korku, sevgi, yorgunluk ve acı çekeriz.

      Genellikle içimizde bizi bitkilerle benzeştiren, uykulu bir bitkisel yaşam ortaya çıkar, bu yaşam bitkilerle bizi eşit derecede hücresel bir yapı, benzer bir protoplazma ile birbirimize bağlar, ağaçlarda beyaz ve sessiz hâlde, karanlık köklerden güneşte titreyen yapraklara kadar kesintisiz yükselen sıvı bizde kırmızı ve sıcak bir hâlde tüm bedeni dolaşır. İçimizde, kemiklerde biriken mineral mirası bile vardır: kalsiyum, tuzlar, çimento. Dilsiz ve ağır iskeletimiz taşı andırır.

      İnsan evrensel bir vâristir. Bir kadının rahmine düşen her canlı her defasında dünya macerasına sıfırdan başlamak zorundadır.

      BAŞKALAŞIM

      İçeride ve dışarıda, bizler mütemadiyen değişim geçiririz. Ruhumuzun kararsız bir doğası vardır: Duygular yanardönerdir, birbirlerini kovalarlar ve bizi şaşkınlıktan neşeye, öfkeden yalnızlığa, aşktan sıkıntıya ve melankoliye sürüklerler.

      Zihnimiz de asla sabit değildir, aksine uçsuz bucaksız düşünce nehirleri içinden akar durur: Basmakalıp ya da basmakalıp olmayan fikirler, okunan ya da dinlenilen fikirler, kaba fikirler, tuhaf fikirler, yeni fikirler, gri ya da renkli fikirler, bizi oyalayan yavaş fikirler, haberdar olmanın yettiği anlık ve titrek fikirler, neredeyse çıplak, bir kelime giysisi bile olmayan fikirler.

      Durağan ve sapasağlam görünen vücudumuz bile mütemadiyen bir değişim içindedir. Bir iki ay bir arkadaşımızı görmediğimizde onu şişmanlamış ya da zayıflamış, saçları ağarmış ya da kelleşmiş, daha canlı ya da solgun bulmamız mümkündür, hatta kimi tanıdıklar o kadar değişir ki onları nereden çıkardığımızı düşünmek zorunda kalırız.

      Ancak gerçekte yaşadığımız başkalaşımların en önemlisi ana rahminde geçirdiğimiz dokuz aylık dönemde gerçekleşir. Çocukluğumuzda daha aktif sonrasında sönmüş bir enerjiye dönüşen ve kumları devirmeye çalışan yorgun dalgalar gibi daha az dinamik hâle gelen yaşam boyu sahip olduğumuz tüm başkalaşımların bu dönemde geçirdiğimiz başkalaşımların bir sonucu olduğunu söyleyeyebiliriz.

      Bu dokuz ayda insanlığımızı hak etmek için belirli yaşam formlarına ulaşmamız gerekliymiş gibi kristallerden protozoaya, balıklara, maymunlara kadar tüm embriyonik yaşam formlarına geçici olarak büründük.

      Bizler var olmaya yaşamın başladığı yerde başladık. Peki yaşam nerede başladı? On dokuzuncu yüzyıl, kolay bir yüzyıldı, bilim insanları atomlardan oluşan, asal bir maddenin varlığından emindi ve atom sağlam, yıkılmaz, son ve sonsuzdu. Yirminci yüzyıl nispeten daha zor bir yüzyıldı, bilim insanları atomu incelediler ve onun iki kutuplu bir enerjide çözüldüğünü gördüler: Protonu oluşturan pozitif elektrik, elektronu oluşturan negatif elektrik. Elektron ve protonlar dalga mı yoksa partikül mü? Bazen dalgalar hâlinde bazen partiküller hâlinde görünürler, belki tamamen farklıdırlar belki de fotonlardan, yani ışık tanelerinden oluşurlar. Biz de embriyonik kökenimizde iki kutuplu bir elektrik pıhtısıydık. Ancak hemen sonra kesinlikle canlı olan kristallerin yolunda yürüdük. Kristallerin canlı varlıklar olduğunu ilk anlayan Napoli’de patolojik anatomi profesörü olan bir doktordu.

      Büyük kâşiflerin diğer disiplinler ile iç içe olması gelenekseldir: Mikrobiyolojinin babası Antonie van Leeuwenhoek Hollanda’da bir belediyede muhasebeciydi, her türlü bilimsel altyapıdan yoksundu, oksijen ile azotu birbirinden ilk ayıran Joseph Priestley, Presbiteryen bir papazdı ve kendisi sodanın patentini almıştır; enfeksiyonların kökenini ortaya çıkaran Agostino Bassi borcu gırtlağında Lodili bir tüccardı, genetik bilimi Don Gregor Mendel isimli bir teolog tarafından kuruldu. Bu bihredler her türlü alışkanlıktan uzak kalarak büyük problemlere odaklandılar ve onları çözdüler. Geometrik yaratıklar olarak kristal yaşamın tümünü ortaya çıkaran da Doktor Otto von Schrön’dü.

      Hof’ta doğup Münih’ten mezun olan Otto von Schrön kristallerle ilk olarak Torino’da karşılaştı: Quintino Sella’nın ünlü kristalografi derslerini yayınladığı esnada bu üniversiteye çağırılmıştı. Ancak asıl büyük ve nihai karşılaşma yirmi bir yıl sonra Napoli’de gerçekleşti.

      Otto von Schrön artık ünlü bir doktor ve saygın bir profesördü, öğrencileri arasında Cardarelli, D’Antona, Tizzoni gibi isimler vardı. Kristalize edici maddenin salgılanmasını fark ettiğinde Tüberküloz basilini inceliyordu. Yüzyıl sona erdi ve 1900’lü yıllar başladı.

      Kristallerden oldukça etkilenen Otto on sekiz yıl boyunca onlar üzerinde çalışmayı sürdürdü. Yüz bin deney yaptı, on iki bin mikrograf çekti. İşe bir hazneyi tuzlu suyla doldurarak başladı ve oluşturduğu çözeltiyi mikroskop altında inceledi: Granül içermiyordu, dört yüz bin çap genişlemiş olsa bile kusursuz bir biçimde tek tipti. Daha sonra kristalleri doğurmak için haznenin etrafındaki sıcaklığı düşürdü. Gerçekten de çözeltinin içinde küçük bir küre oluştu: bir hücre. Von Schrön bu hücrenin içinde yavaş yavaş minik kürenin yüzeyinde beliren iki karanlık noktanın döner bir hareketle ortaya çıktığını gördü; onlar ana hücreden tomurcuklanan iki yeni kristal hücresiydi. Böylece, hazne hücreden hücreye çiçeklenerek kristallerle doldu. Von Schrön bitki ve hayvan protoplazmasına benzeyen bu kristal dokuya petroplazma demişti.

      Kristaller arasında çok büyük olanları ya da mikroskobik olanları da vardır, küçük ve büyük kristaller bir araya gelerek neredeyse tüm katı cisimlerin omurgasını oluştururlar. Her gaz sıvıya dönüşebilir ve her sıvı da katı olabilir. Madde katılaştığında kristalleşir, yani belirli bir formda yaşama kavuşur.

      Kristal yalnızca genişlemekle ya da çoğalmakla kalmaz, aynı zamanda iyileştirici gücü de vardır. Eğer büyüdükçe kırılırsa, kristal hemen kendi yarasını iyileştirir ve ancak ondan sonra genişlemeye düzenli şekilde devam eder. Kısacası, canlı bir doku gibi davranır. Büyümekte olan iki kristal buluştuğunda, hayatta kalabilmek için mücadele ederler ve büyük olan diğerini geriye hiçbir iz bırakmadan emer. Kristallerin çocukluğu, gençliği, yetişkinliği, yaşlılığı ve sonunda fosile dönüştükleri ölümleri vardır. Tüm mineraller yaşayan ya da yaşamış olan varlıkların kolonileridir. Kristallerin oluşumunun arkasında mükemmel geometrik bir bilgelik bulunur, basit kaya tuzu küpünden karmaşık pirit dodekahedrona kadar bu varlıkların biçiminde her zaman inanılmaz harmoni yatar.

      Otto von Schrön Napoli’de petroplazmanın yaşamını fotoğraflarken, 1900 yılında Paris’te büyük bir uluslararası fizik kongresi gerçekleşti. Katılımcılar arasında Hindistan’dan gelen Jagadish Chandra Bose isimli bir profesör de vardı. Neredeyse hiç kimse onu tanımıyordu. Yalnızca Cambridge’den mezun olduğu ve on beş yıldır Kalkütadaki Başkanlık Kolejinde fizik öğretmenliği yaptığı biliniyordu. Onun varlığı yalnızca kongrede Asya Kıtası’ndan da bir temsilin olduğunu göstermek içindi. Ancak Profesör Bose öyle bir makale okudu ki etkisi bugün bile devam eden bir yaygara koptu: Metal Tepkileri.

      O zamanlarda herkes inert bir madde ve canlı bir maddenin varlığını kabul etmekte hemfikirdi. İkincisi heyecan vericiydi çünkü uyaranlar ile reaksiyona girebilme yeteneğine sahipti. Canlı varlıklar (deniyordu) her uyarana ( belki basit bir çimdik) özel bir cihazla ölçülebilen bir elektrik darbesi ile tepki verirler. Eğer çimdik elektriksel tepki yaratmaz ise bitkisel ya da hayvansal doku artık

Скачать книгу