Cinci Hoca. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Cinci Hoca - M. Turhan Tan страница 17

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Cinci Hoca - M. Turhan Tan

Скачать книгу

Kara Mustafa Paşa diyorlar, köleni Hamal Mehmet diye çağırıyorlar. Zalike takdirül azizül alim!”

      “O ne demek ulan?”

      “Kara Mustafa’nın vezir, Hacı Mehmet’in hamal oluşu Allah’ın işidir demek isterim sultanım!”

      “Ben padişah değil miyim teres! İstediğim gün lalamı hamal, seni de sadrazam yaparım.”

      “Hay, bir günün bin olsun sultanım!”

      Deli adam, gerçekten de böyle bir iş yapmayı düşünüyordu. Fakat Hacı Mehmet’in salık verdiği Cinci’yi sınadıktan, eski neşesini bulduktan sonra böyle bir harekette bulunmayı münasip gördüğünden düşüncesini Yemenli hamala sezdirmemek istiyordu. Bununla beraber geniş omuzlarına, kalın bileklerine, karışık diline bayıldığı uşağı ümide düşürmekten de geri kalmadı.

      “Haydi git!” dedi. “İşine bak. Şu sıkıntılarım geçer geçmez seni bir baltaya sap edeceğim.”

      Yalnız kalınca bir mindere uzandı, derin derin düşünmeye daldı. Nurülkamerleri, Zenebüddeccacları, Cüce Basiretleri kuruntuluyor ve Süleymaniye’den gelecek Cinci’nin bu göze görünmez mahluklarla girişeceği muhavereleri tahmine çalışıp heyecanlanıyordu.

      Kızlar Ağası Sümbül’ün kılavuzluğuyla odaya giren Molla Hüseyin onu işte bu vaziyette buldu. Zeki Safranbolulu, dört beş günden beri böyle bir davet beklediği, girişeceği büyük oyunun bütün hatlarını zihninde çizip hazırladığı için son derece soğukkanlıydı, heybetli bir tavır almış bulunuyordu.

      Hünkâr, tahta çağrıldığı günkü durumdaydı. Bir eli bıyığına takılı, bir eli çakşırına sokulu olduğu hâlde şöhretine bel bağladığı Cinci’yi bekliyordu. Onu, son günlerde sekiz on tanesini gördüğü üfürükçüler gibi bir adam sanıyordu. Yanına gelince yer öpüp el pençe divan duracak zannediyordu. Hâlbuki Molla Hüseyin yamalı cübbesinden, kirli sarığından umulmayan bir vakarla içeri girdi ve eşiği atlar atlamaz kaşlarını çattı, Sümbül Ağa’nın omzuna elini koyarak gürledi:

      “Behey gafiller, burası saray değil, ecinni yuvası, her köşede bir cin derneği kurulu! Sizin şu zavallı adama kastınız mı var ki yanını yönünü cinler sarıncaya kadar gözünüzü kapamışsınız! Burada peygamber otursa çarpılır, felakete uğrar! Tez, kapısı kıbleye açılmayan başka bir oda açın, şevketlu hünkârı oraya götürün!”

      Deli İbrahim, gözleri yüz mumluk avizeler gibi ışıldayan, ağzında gök gürültüsü beliren bu güçlü kuvvetli adama hayran hayran bakıyor ve her iki elini aynı zamanda işleterek boyuna kaşınıp duruyordu. Yer öpmek şöyle dursun, selam bile vermeyen ve kızlar ağasına tam bir köle muamelesi yapan hocanın mehabeti, içine bir korku vermişti. Ellerini takılı ve sokulu oldukları yerden ayıramıyordu, ağzını açamıyordu, sadece bakınıyordu.

      Molla Hüseyin, ne söyleyeceğini şaşırıp yutkunmaya başlayan Sümbül Ağa’yı eşiğe doğru sürdü.

      “Tez…” dedi. “Dediğimi yap, odayı seçip bana haber ver.”

      Ve herif sersem sersem çıkarken padişahın yanına gitti, aynı sertlikte emir verdi:

      “Kalk, diz çök!”

      İbrahim, bıyığıyla çakşırını bıraktı. Lalasının dediklerini yapan bir çocuk uysallığıyla minderin üzerinde diz çöktü, mırıldandı:

      “Kalktım hoca efendi!”

      “Hani senin talii esedin?”

      “Talii esedim mi?”

      “Evet. Resimli muskan.”

      “Bende öyle muska yok hoca efendi!”

      “Yok mu?”

      “Yok, hoca efendi!”

      “Nasıl olur şevketlu hünkâr? Bir kimse ki tac-ü taht sahibidir, ülkeler sahibidir, hazine ve kul sahibidir. Onun altın muskası bulunmaz mı?..”

      “Bulunmuyor işte hoca efendi!”

      “Cinler de onun için dört yanını sarıyor, seni azap içinde bırakıyor. Emin ol ki vaktinde yetişmişim. Biraz daha geç kalsaydım ecinni tayfası seni bu hâlde dahi komazlardı, ya kargaya ya serçeye çevirirlerdi, Kafdağı’nın ardına götürüp Simurg’a köle yaparlardı. Artık işin yoksa orada otur, kıyamete kadar darı taşı!”

      Kara bir karga, cılız bir serçe olmak ihtimali mecnun hünkârın vahimesini şiddetle tahrik ettiğinden ihtiyarsız bir savletle Molla Hüseyin’in ellerine sarılmıştı, yanık yanık yalvarıyordu:

      “Aman hocam, canım da bedenim de sana emanet! İyi saatte olsunların şerrinden beni kurtar!”

      Molla Hüseyin, sesine şefkatli bir ahenk işledi, hünkârın çiçek dolu saçlarını okşadı:

      “Bugüne bugün padişahımızsın. Seni ine de cine de karşı korumak borcumuzdur, gerçi sarayını cinlere kaptırmışsın, işi güçleştirmişsin, benim çok yorulmam lazım. Fakat her güçlüğü yeneceğim, seni kurtaracağım. Hiç merak etme, üzülme. Bana inan.”

      “Ne yapacaksın hoca efendi?”

      “İlkin söylediğim altın muskayı yazacağım.”

      “Nedir bu muska?”

      “Başka bir odaya gidelim de anlatayım. Burada ayağıma ecinni kedileri, köpekleri dolaşıyor. Birine basarsam kıyamet kopar.”

      Kızlar Ağası Sümbül de o sırada geri gelmiş, şaşkınlıktan padişaha hitap etmeyi unutup Molla Hüseyin’i eteklemiş ve haber vermişti:

      “Valide hazretleri kendi dairelerini nefes için uygun görüyorlar. Zahmet olmazsa orayı teşrif buyurun!”

      Cinci, kapı ağalarının veya başkalarının icap ettikçe yaptıkları gibi hürmetle değil, yüksekten gelen bir iltifat şeklinde hünkârın koluna girdi, Sümbül’e de şu tebliğleri yaptı:

      “Önümüze düş, bizi dediğin yere götür. Sonra dön, buraya gel. Köşeyi, bucağı; tavanı, yeri gül suyuyla güzel yıka, bir de mangal hazırla. Ben şevketlu hünkâra ilk nefesi yapar yapmaz gelirim, yüzsüz cinleri, yılışık perileri buradan sürüp çıkarırım.”

      Onun Deli İbrahim’le kol kola sofadan geçişi, merdivenlerden inişi seyre layık bir manzaraydı. Ne yaldız ne çini ne ipek ne sırma, bütün hayatı örümcekli odalarda ve çullar arasında geçen bu Safranbolu çocuğunu hayrete düşürmüyordu. Doğuşundan beri saraylar içinde yaşamış gibi kayıtsızdı, yan yan yürüyerek önde kılavuzluk eden kızlar ağasının izinden salına salına yol alıyordu.

      Deli İbrahim onun kolu altında, kartal kanadına sığınmış saksağana benziyordu. Kulağında hâlâ o korkunç sözler çınlıyor, gözünün önünde, serçeye çevrilmiş olan bedeninin bir leylek ağzında Kafdağı’na doğru götürülüşü dönüyordu. Bu

Скачать книгу