Eşkal-i Zaman. Ahmet Rasim

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Eşkal-i Zaman - Ahmet Rasim страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Eşkal-i Zaman - Ahmet Rasim

Скачать книгу

nasıl duruyor, davranıyordu?”

      “Dört temel inancın uyandırdığı ‘asabiyet’le. Bizim herkesin içinde oruç yiyemeyişimiz gibi, zabıta ve kanundan korkmak, ötekinin berikinin kınamasına nişan taşı olmaktan çekinmek uğruna takındığımız tavırlar gibi değil, dosdoğru, sağlam bir inancın güdüsüyle söylüyordu.”

      Gerçekten, şu birkaç yıl içinde, Muhammet dininin yüce erdemleri üzerinde gerçek bilginlerimizin hemen her gün denecek kadar yayın himmetinde bulunduklarını görüyor, feyzalıyoruz. Hele, Sebilürreşat’ın87 sayın ileri gelenleri bu doğru yolu gösterme işini artan bir çaba harcayarak ecir kazanıyorlar. Fakat bu himmetlerin hepsi, âdeta bilenler için! Acaba bilenler dedim de bir yanlış mı yaptım? Dilimizdeki çoğul edatı da ne kadar parlak, sesli, kulağı okşayıcıdır!

      Bir avare sofu, bizim gönlü yaralı dervişe sormuş:

      “Yahu, okunan ezan mıydı?”

      “Kulağıma bir şey çalındı amma… Bilmem ki… Bir kez erbabına sor!” demiş. “Yoksa böyle mi?”

      YİNE AŞÇIBAŞI

      Bilindiği gibi:

      “Bendeniz” terkibi, mutlak surette, “estağfurullah!” karşılığını gerektirmez. Tutalım; “birader bendeniz”, “mahdum bendeniz”, “peder bendeniz”den her biri bir “estağfurullah”la reddedilebilir ve ululanır da; değil arkalarında, yüzlerine karşı bile övünerek, vakarla “uşak bendeniz”, “aşçı bendeniz” denildi mi aldırılmaz. Sebep, acaba konuşmalardaki şive mi? Bir zamanlar merak ettimdi de onu ilgilendirdiği için, işi her yönüyle anlatarak, bir aşçıbaşıdan sordumdu. Aşçı, bana pek kayıtsızca “Bizim efendinin sözünün yuları mı olur? Her gün işitiyorum, kendisine de ‘bendeniz’ diyor.” dediydi.

      Zaman geldi, geçti. Bu aşçıbaşıya, geçenlerde, dostlardan başka birinin hizmetinde rastladım. Tanıştığımız için, bir iki hoşbeşten sonra yine sordum:

      “Bu efendinin sözünün yuları var mı?”

      Gülerek “Ne gezer? Bu, bütün bütün yularsız… Ulan aşağı, ulan yukarı! Bereket versin, yüreği temiz!”

      Bu ufacık, safça karşılaştırmadan anladım ki ihsaslarda kimilerince inceliğin ve kabalığın o kadar önemi yok. Bu cihet, davranışlara bağlı bir iş hükmünde kalıyor.

      Diyelim ki, bizim evdeki sivrisinekler beni tanıyorlar. Küçük gazı elime alıp da şuraya, buraya konmuş olanlarını yakmak için dolaşmaya başladım mı başımın etrafında korkunç bir uğultu peyda oluyor. Bana “Zalim herif, yine bizi yakmaya kalktın, öyle mi?” diye, bir mızrak vurup savuşuyorlar gibi geliyor.

      Siyaset işlerinde de bunun aynı oluyor. Bunlardan, Fransa’nın nezaketi, İngiltere’nin kahpeliği, İtalya’nın korkaklığı -ve bu böyle sürüp gider- sonuç bakımından, bize ne kadar zarar vermiştir! Siz, isterseniz, bu günlerde İngiltere Devlet-i Muazzaması, Fransa Hükûmet-i Fahimesi, deyin, isterseniz sadece İngilizler, Fransızlar deyin, aşçıbaşıya göre hepsi bir. O “Taşan aş için kepçeye paha olmaz!”deyip “Aferin Alman’a! En sonunda bize gemi verdi, ne olsa yüreği bizimledir!” teranesini tutturmuş gider.

      KÜLAH

      Külahını çaldırmış ya kapmışlar, başı açık mahalle aralarından yürürmüş. Yaz, hava sıcak. Herifin biri de kuyuda soğuttuğu karpuzu pencere önüne çıkarmış, oya oya yemiş. Bir iki de yalayıp perdah ettikten sonra, öteden beri herkesin süprüntülüğü bildiğimiz sokağa fırlatıvermiş. Olacak bu ya! Doğruca bizimkinin “kelle-i bi-devlet”ine geçmiş. Gerçi soğukluğu ferahlatmış ise de bu gökten inme başlığın ne olduğunu anlamak merakını da yenememiş, iki eliyle tutup çıkarmış, bir de bakmış ki o karpuz kabuğu. Demiş ki:

      “Bu, birinin ayağı altına konulacakmış amma nasılsa hesabı ters tutulmuş!”

      Bu kavramın, siyaset olaylarında çoğu uygulanır. Birine bir yanlışlık yaptırıp da ayağını kaydırmaya mahsus olan bir entrika, ötekine ikbalin bir altın külahını giydirir. Nitekim, biz “Meşrutiyet”in başlangıcından beri az mı külaha geldik! Bize az mı külah oynadılar! Hâl böyle iken, şimdi, Avrupalıların birbirine külah giydirmelerine karşılık, biz, tarafsız bir seyirci olup kalıyoruz. Eğer kısmette bir külah daha giymek varsa işte buna yanarım. Aman, iki elimiz başımızda olsun!

      Bismark’ın 1870’de giydirdiği külahın büyülü tesiri, hâlâ, Fransızların başını döndürüyor. Savaş hâli sürdükçe, bu dönme de sürecektir. Çünkü Fransa, “İslavlık” uğruna döktüğü para ve kanların kendisine yararlı olamayacağını anlamaya başlamıştır. Çünkü sonuç ya Cermen veyahut İslav nüfuzunun üstünlüğüne varacaktır. Yani, Avrupa politikasına bu iki akımdan biri hâkim olacaktır. Ya da bu saldırıcı kuvvetler dışında duran İngiltere, külahı kapacaktır. Hâlbuki “Alsas-Loren” parçası, Fransa’yı, hayal ettiği amaçta yaşatmaz. Uzun yaşayabilmek için ya İslav politikasına veya İngiliz buyruğuna boyun eğmesi gerekecektir. Dikkate değer ki, daha şimdiden, Akdeniz filosunu kumandasına bıraktı. Güya zavallı Fransa, sonunda düşmanlarıma tutsak olayım, diye savaş yapmaktadır. Cermen kuvvetinin üstünlüğü hâlinde ise Fransa için kurtuluş umudu pek azdır.

      Sanılıyordu ki İngiltere savaşmayacak, sonunda, yıpranmamış taze kuvvetiyle her iki yorgun taraf üzerine yüklenerek arslan payını alacaktır. Bu sanı, İngiltere’nin bugün savaşa katılmasıyla birlikte, yine yerinde durmaktadır. Çünkü İngilizlik, külahı öne de giymek, arkaya da yaslamak konusunda muhayyer, yüzyıllar görmüş bir siyasete sahiptir, ister misiniz ki yarın veya öbür gün “Benden artık paso! İngiliz çıkarı buraya kadar savaşa devama elverişlidir!” desin de bir tornistan kumandasıyla dönsün, Fransa’yı da soluğu soluğuna bıraksın.

      “Sen utanmıyor musun?” diyedursunlar! Politika bu! Ayıp ölür, nayıp can çekişir de aldıran olmaz… İngiliz’in siyaset tarihinde ise böyle dönüşler gelenek olmuş gelir.

      Şimdi evde çocukların yüzlerine bakamıyoruz: Taklit belası yüzünden!

      “Yirminci medeniyet asrı! Yirminci medeniyet asrı!” diye onlara övdüğümüz şu yüzyılın bir vahşilik devri olduğunu Balkan Savaşı ile şu umumi savaş daha ne kadar ispat edebilir! Bir hâlde ki:

      Düştü külahı, göründü keli!

      KEBÛTER BÂ KEBÛTER 88

      İhtimal ki, Acem’in bilinen “Kebûter bâ kebûter, bâz bâ bâz” hikmetinden alınmadır. Anadolu’nun “Kaz kaz ile baz baz ile”, “Kör tavuk kör horoz ile” diye pek şümullü, yukarıdakini karşılayan ve her yerde söylenen bir deyimi vardır.

      “Acaba biz kimlerle ağız birliğindeyiz? Maşallah “Düvel-i Muazzama” denklerini buldular, vuruşup duruyorlar. Almanlar, Avusturyalılar, Fransızlar, İngilizler, Ruslar savaşa gidiyoruz diye birbirlerini çiğniyorlar. Heves edilmeyecek bir gidiş de değil. Baksanız a, insana nasıl da hız veriyorlar! Arman Herve mi, ne şarlatandır,

Скачать книгу


<p>87</p>

Siyasi, dinî, ilmî, edebî, ahlaki bir mecmua olup 21 Ağustos 1324 (27 Ağustos 1908) tarihinde İstanbul’da yayımlanmaya başlamıştır. 182. sayısından sonra, sıkıyönetimce kapatılmış ve haftalık bir dergi olan Sırât-ı Müstakim’in yerine çıkmıştı. Sahibi Eşref Edip ve başyazarı şair Mehmet Akif’ti (Ersoy).

<p>88</p>

Güvercinle güvercin.