Gulyabani. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Gulyabani - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 6

Жанр:
Серия:
Издательство:
Gulyabani - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      Taşlığın kapısına doğru koştum. Sımsıkı kilitli buldum. Alt katta her tarafın pencereleri kalın, sık demir parmaklıklarla örtülüydü. Kaçmanın imkânı olmadığını gördüm.

      Aman ya Rabbi… Ben bir tuzağa tutulmuştum ama bu nasıl bir tuzaktı? O gece başıma neler gelecekti? Bir zaman ağladım, sızladım, dövündüm. Ruşen Kadın “Yemek kotaracağım.” diye savuştu gitti.

      O tatlı dilli kalfa da meydanda yoktu. Orada bir başıma kaldım. Çaresiz bir belaya uğramıştım. Çırpınmanın para etmeyeceğini anladım. Ecelime boyun eğmekten başka bir kurtuluş yolu göremiyordum. Gözyaşlarımı sildim. Kerevetin bir kenarına oturdum.

      Artık akşam oluyordu. Dört duvarla çevrili bahçeye baktım. Rüzgârla oynayan ağaçların gölgeleri bile esrarlı birer hayalet gibi bana korku veriyordu. Oda loşlaştıkça çevremi kuşatan bütün eşyalardan, her şeyden, minder üzerinde yatan kara kediden bile korkuyordum.

      Acaba o zayıf kalfa, bu şişman Arap, insan biçimine girmiş birer peri miydiler? Böyle esrar dolu bir evde her şey olabilirdi. Yaradan’ıma sığındım ve bildiğim duaları okumaya başladım.

      Artık sular kararıyordu. Hâlâ gelen giden yoktu.

      Bir köşeye büzüldüm. Titriyordum. Nihayet merdivende bir patırtı oldu. Aman ya Rabbi, kim geliyordu? Çeşmifelek Kalfa elinde bir fiske şamdanıyla göründü. Tepeden tırnağa beyazlar giyinmişti. Saçlarının örgülerini çözmüş, omuzlarından aşağıya salıvermişti. Gözleri gündüzki hâliyle ölçülemeyecek bir biçimde parlıyordu.

      Kapının eşiğinde durdu. Okur gibi bir şeyler mırıldandıktan sonra ağır bir söyleyişle “Haydi kızım, gidelim. Ruşen’e yardım edelim. Yemek zamanı geldi. Arkamdan yürü. Kapı eşiği atladıkça ‘destur’ de!” diye hatırlattı. Kalktık. Ben kapı eşiği atladıkça değil, onlardan birine basarım korkusuyla her adımda “destur” diyordum. Periler civciv gibi bu evin her tarafına, ayakaltlarına dağılmışlar mıydı?

      Taşlığı geçtik. Karşı tarafta büsbütün karanlık uzun bir yola girdik. Bu destur kelimesini birbiri ardınca tespih gibi çekiyor, taşları incitmeyeyim tasasıyla parmaklarımın ucuna basıyordum. İki tarafımızda eşya gibi yığın yığın karaltılar vardı. Bunların ne olduğuna ben dikkatle bakamıyordum.

      Biraz daha yürüdük. Bacaklarıma doğru yumuşak yumuşak bir şey dokunmaya başladı. Korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Bir iki “destur” daha dedim, durdum. Çarpıntıdan bayılacaktım.

      Kalfa: “Kızım neye yürümüyorsun?”

      “Ben uğradım galiba.”

      “Ne var?”

      “Ayaklarımı okşuyorlar.

      Kalfa, özel bir makamla:

      “Göklerin mahı

      Diyarların padişahı

      çekil!” dedi.

      İki çenem birbirine vurmaya başladı.

      Sonra kalfa:

      Ey kerem

      Destur-u mükerrem

      kafiyesiyle mumu ayaklarıma doğru tuttu:

      “A… kediymiş. Korkma kızım!” dedi.

      Eğildim, baktım. Gerçekten de o gündüzki iri kara kedinin ayaklarımın arasında dolaştığını gördüm.

      Gene yürüdük. Hayalden doğma bir müziğin ağır temposuna ayak uydurur gibi acayip bir çeşit kadansla gidiyorduk. Kedinin bacaklarıma her sürünüşünde tüylerim ürperiyordu. Nihayet geniş bir kapıya geldik… İçeriye baktım. Pek büyük bir mutfak. Köprü temeli gibi büyük bir ocağın önünde Ruşen Kalfa finoyla karşı karşıya oturmuş. Ocakta bir tencere kaynıyor. Arap da saçlarını çözmüş, siyah, yün gibi dağıtmış. Beyazlar giymiş. Bu acayip tuvaletin akşamdan sonra perilere karşı gözetilen bir çeşit etiket olduğunu anladım. Sahanlığın üstünde bir kör kandil yanıyordu. Ablanın arkası bize dönüktü. Geldiğimizi görmedi. Ama hâlâ bana alışamayan köpek hırlamaya başladı. Arap, başını bize döndürdü:

      “Destur, tü tü tü… Ay, siz misiniz? Ötekileri sandım da korktum. Çünkü Şeytan onların geldiklerini sezince hırlar.” dedi.

      Nalınları giyip içeriye girdik. Çeşmifelek Kalfa ocağın başına yaklaşıp:

      “Dadıcığım, bu akşam yemek geç kalmış…”

      Arap üzüntüyle başını sallayarak:

      “İyi saatte olsunlar… Bugün onları gücendirdim mi ne yaptım? Bir türlü pilav kaynamıyor…”

      “Şerbetlerini, şekerlerini vermedin mi?”

      “İncirin köküne bol bol döktüm… Şah nerede? Onun kaybolması iyi mana değildir, bilirsin ya? Şah onlardandır. Onların küçüğüdür.”

      “Bizimle beraber geldi. İşte burada…”

      Bu büyük adın kediye verilmiş olduğunu anladım. Biraz bekledik. Ruşen Kadın Şah’la Şeytan’ın ayrı ayrı kaplara yiyeceklerini verdi. Nihayet pilav pişti. Önceden kotardığı yemek sahanlarını dizerek iki tabla düzenledi. Mutfağın bahçeye açılan kapısı önüne gitti. Oradan kordon gibi sarkan, ucuna tahta parçası bağlı bir ipi seksen besmele ve desturla birkaç defa çekti. Sonra bize dönerek “Ötekiler çıngırağı pek seviyorlar. Geçen akşam gene böyle çekerken hep buraya üşüştüler!” dedi.

      Biz kendimize ayrılan tablayı aldık. Mutfağın yanındaki yemek odasına girdik. Sofrayı kurduk. Ekmekleri siniye dizdik. Bol etli silkme, patlıcan kızartması, pilav, bir de koca kâse kaymak gibi yoğurttan oluşan yemeğimizi yedik. Hepsi pek güzel pişirilmişti.

      Yemekten sonra, gene o uzun yoldan desturla yürüyerek gündüz oturduğumuz odaya geldik. Cezveler sürüldü. Kahveler içildi. Bu iki beyaz esvaplı, çözük saçlının arasında ben kıyafetimle, her hâlimle pek yabancı kalıyordum. Dışarıdan gelen en ufak tıkırtıya ikisi de dikkatle kulak kabartıyorlardı. Dereden tepeden konuşuyorduk. O geçtiğimiz uzun yolda bir gürültü oldu. Şeytan başını kapıya uzattı, havlamaya başladı. Ruşen Kadın iki yanına sallana sallana:

      Sözüm doğru,

      Özüm doğru,

      Korkutma bizi,

      Gözümün nuru.

      kafiyelerini makamla sıraladıktan sonra bana dedi ki:

      “Rabb’im hayırlar versin. Bu akşam gene bir kızgınlıkları var.”

      Bu iki acayip kadının perilerle insanlar arasında gizlilik dolu birer yaratık olduğuna iyice karar verdim. Dışarıdaki cinlerden olduğu kadar bunlardan da korkmaya başladım.

      Şamdan tepsisi üzerinde bir yağ mumu yanıyor, koca odaya bu ışıksızlık,

Скачать книгу