Gönül Hanım. Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Gönül Hanım - Ahmet Hikmet Müftüoğlu страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Gönül Hanım - Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Скачать книгу

kalırsa, mademki, medeniyetin kemal vasıtalarını, terak-kiyatını ihtiva eder bir Türkiye, bir İstanbul farz ediyoruz, o hâlde halis Macar gençlerinin dahi Türkiye’ye gelip Türkçe tahsil etmelerine bir mâni kalmaz. Bundan hasıl olacak menfaat ikidir: Evvela her iki kavmin mukaddes ateş sahiplerinin, el ele, Asya’yı aydınlatmaya -fakat hiçbir siyasi fikre kapılmadan- gidebilmeleri ihtimalinin vücut bulması; ikincisi her iki kavim arasında sınai ve ticari münasebetlerin artması…”

      Tolun Bey sedire yaslanmış, sigarasının rehavetkârane külünü dökerken:

      “Tam Şarklılar gibi hülya ile vakit geçirirken asıl meseleyi unutuyorduk. Hani, bugün arabaları ve kılavuzu ayarlayacaktık?” dedi. Bunun üzerine hep birden kalktılar. Gönül Hanım’ı bazı eşyaların tamiri ve tertibi için otelde bırakarak çıktılar.

      Bir gün sonra sabahleyin hazırlanan troykalara7 binerek ve eşyayı hayvanlara yükleterek güneye doğru, Selenga Nehri vadisini takip ederek yola revan oldular. Arbunovk şehrinde bir gece istirahat ettiler. Diğer ufak kasabalarda araba, hayvan değiştirdiler. Yollar yüksek çam ağaçları arasında hem latif hem yek ahenkti. Selenginsk’e vardıkları zaman bu sıkıntılı ve tatsız kasabada karşılaştıkları tufana benzer bir yağmurdan ötürü tam beş gün kaldılar.

      Bu suretle Udinsk’ten Kâhta’ya kadar 250 kilometrelik mesafeyi tam on beş günde katettiler. Araba yolculuğunda Rus zabıtasının şiddetli muamelelerinden bir hayli azap çektiler. Hatta bir gün Kont, Alman casusu ithamından altı saat tutuklu kalmak, yüz elli ruble rüşvet vermek ve bir tokat yemekle kurtulabildi. Hoş olan, olmayan birçok macera yaşadılar ve bu sarp geçitleri kâh para kâh Kaplanoğlu’nun rast geldiği Tatar dostu kimselerin yardımıyla atlattılar. Kâhta şehri Çin Moğolistanı ile Sibirya sınırı üzerinde Rusya’da son merhale idi.

      Mehmet Tolun Bey’in Günlük Hatıraları

12 Mayıs

      Araba yorgunluğundan günlük hatıralarıma birkaç gündür devam edemedim. Sünbüli bir hava. Öğleüstü hayvanları dinlendirmek, biraz da çimlenmek için bir geçidin ortasında troykalarımızdan indik. Bahar tatlı renklerini, ince kokularını serpmeye başlamıştı. Etrafta öbek öbek iri mavi laden çiçekleri açmıştı, iki taraflı yarların sırtlarında göğün maviliklerini örten, yeşil ulu çamlar ince parmaklarıyla, uzaktan üzerimize, nazik bir rüzgâra sarılmış yeşillik kokuları, hafif bir güneşe bürünmüş bir orman ahengi saçıyor. Yanaklarımız, ellerimiz bu okşamalarla gülüyor, güzelleşiyor gibiydi. İki buçuk aydan beri bizi kovalayan dondurucu ayazların, kar tipilerinin eziyetlerini bir dakikada unutuverdik.

      Kont gülerek dedi ki:

      “Mademki atalarımızın yurduna erdik; onların ruhlarını şad etmek için âdetlerini ihya edelim. Buraya kadar kardeş gibi aynı duygu, aynı istek ile geldik; buradan öte de bu samimiyeti muhafaza için kan kardeşi olalım, ant içelim.”

      Bu âdet Türkiye’de hâlâ caridir. Kont bu sırada, ellerini temiz yıkadıktan sonra parmağının ucunu çakısıyla deşerek birkaç damla kan çıkardı. Bunu gören tercümanımız Mengüberdi hemen bir kâse kımız getirdi. Zichy, kızıl kanını bu beyaz sıvının içine damlattı. Arkadan ben ve Ali Bahadır da aynı suretle bileğimizden, kolumuzdan birkaç damla kan döktük. Sonra kâseyi karıştırarak içindeki sıvıyı bardaklara taksim ettik ve yekdiğerimizin afiyetine içtik. Gönül Hanım da bu ecdat ayinine uymak istedi. Fakat Macar asilzadesi:

      “Hayır, matmazel, size riayete esasen borçluyuz, sizinle aramızda herhangi bir anlaşmazlık çıkma ihtimali yoktur ki canınızı acıtmaya lüzum görülsün.”

      Ben de ilave ettim:

      “Kadınlar arasında ant içmek mutat olmamıştır.”

      Sibirya sınırından, Kâhta’dan ayrılalı beş gün oldu. Bu beş günlük yolculuğu bataklıkları, uçurumları, ormanlar arasında çürük ağaç yıkıntılarıyla dolmuş geçitleri aşarak bitirdik. Ken Dağları’nın Kentei girift silsilesini güçlükle geçtikten sonra Karan Koui Boğazı’na vardık. Bu akşamı Urga’da, seyahatimizde rastladığımız ilk Moğol kasabasında, Moğolların mukaddes bir yurdunda geçireceğiz. Demek aile arasındayız.

      Bir zaman adları Avrupa’yı titreten atalarımızın, Tukyuların, Hunların, Türklerin, Moğolların beşiği, mezarı, geçidi, meydanı olan, şimdi ıssız duran bu yerlerde bir gün gelecek fabrika bacaları yükselecek, lokomotifler çığlık koparacak…

      Bir vakitler ok ve kargı taşıyan ecdadımızın torunlarının elleri bundan sonra manivela, demir çarklar döndürecek, işte o zaman belki bir ikinci hercümerç olacak…

      Akşamüstü sular kararırken, dar geçitlerden, birer tapınak olduğunu haber verdikleri, sıralanmış yarım çam bölmelerinden yapılmış tahta perdeler içindeki birer katlı binaların önünden, bu dakika tenha olan pazar meydanından geçerek, yanı sıra kirli bir derecik akan ensiz bir yolun nihayetinde, kılavuzumuzun ihtarıyla kerpiçten bir kulübe önünde durduk. Burası Sibiryalı bir tüccarın evi imiş ve günde beş ruble ücretle kiralamışız.

      Gönül Hanım pek yorgun görünüyor. Ben ise bir Moğol evinde yatmak istiyordum. Bunu teklife cüret edemedim.

14 Mayıs

      Moğolların dinî merkezi olan Urga şehri iki kısımdan mürekkeptir. Araları altı kilometredir. Her iki kısım da Tula Irmağı’nın sağ tarafındadır. “Boğdukura” yani mukaddes mabet denilen birinci kısımda yalnız Moğollar yaşar. Burada Lama mezhebine ait tapınaklarla Canlı Huda’nın eski bir sarayı vardır. Maymaçin denilen ikinci kısmında ise Çinliler oturmaktadır.

      Moğollar buraya “Urga” adını vermiyorlar. “Buğdul kura”8 veya sadece tapınak manasında “Kura” diyorlar. “Urga” adı ise tercümanımızın iddiasına göre Ruslar tarafından bu kasabaya “urta, orta” kelimesinden galat olarak verilmiştir. Kâhta şehri Moskof tarafından tesis olunduktan sonra buraya ticaret için gelen Moğollara sorulan “Nereden geliyorsun?” sorusuna mütemadiyen güneyden ve daha doğrusu, Sibirya ve Çin’e nispeten “Ortadan geliyorum.” demek olan, “Urtas yaucu vaynam.” cümlesinin ilk kelimesinden Urga adı çıkıvermiştir. Ben de Gönül Hanım’a İstanbul’un da Rumca “İs tin polin” yani “şehre” veya “şehirde” tabirinden galat olarak alındığını anlattım.

      Moğollar mabetlerini ateş, su, maden, toprak ve odundan mürekkep mukaddes saydıkları beş unsura alamet olmak üzere ekseriya amudi kırmızı, mavi, sarı, kara, ak çizgilerle boyamışlardı.

      Yemekten önce hepimiz kasabanın etrafını gezmeye çıktık. Aman Allah’ım! Ne bir ağaç ne yeşil bir ot! Hiç, hiçbir şey yok. Ufuklara doğru uzanan kumlu, çorak bir çöl… Geçmiş günlerin matemini, inler gibi devamlı esen bir kuzey rüzgârı her dakika kirli sarı tozları savuruyor. Kasabanın içi de ne kadar acıklı ve iğrendirici idi. Burada kalbi, izzetinefsi olan bir fert yok mu idi? Sokakların ortalarına çöpler ve hayvan leşleri yayılmış, etrafında sürü sürü köpekler dolaşıyor.

      Kılavuzumuz bizi şehrin diğer kapısına götürdü. Ne görelim? Altı üstüne dönmüş bir mezarlık… Şurada yığın yığın insan kemikleri… Biraz ötede kurtlardan,

Скачать книгу


<p>7</p>

Troyka: Rusya’da üç atla çekilen kızak ya da araba.

<p>8</p>

Buğdu kelimesinin aslı, kavi ve mukaddes anlamına gelen “boğa” lafzıdır. Vaktiyle Türkler öküze ve boğaya tapınırlardı. Boğa lügati İslaveaya “Boğo” tarzında geçmiş ve Tanrı manasında kullanılmıştır. Nitekim öküz kelimesi de oğuz, yayuz, uğuz, oks, öküz, ogüst tarzında Latince, Almanca, İngilizce ve Macarcaya intikal etmiştir.