Altın Sincap. Анонимный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Altın Sincap - Анонимный автор страница 8
Ama yine de çalışma masasının karşısında güvercin olmayışı bir eksiklik. Bugün yine pencere kenarına güvercin kondu. Beyaz güvercin. Boz kahverengi gerdanı da var.
Daniye Ğaynetdinova
“SEN DELİKANLISIN ŞİMDİ !..”
Onlar ormana girerken, güneş tepeye doğru kayıyordu. Yerden hafif hafif buhar yükseliyor, geçen yıl ki yapraklar ısınıyordu. Ağaç gövdeleri de güneş ışınlarından parıldıyor, buğulanıyordu. Dünya sanki mavi bir serap içinde oynaşıyordu. Ağaçların yaprakları arasından sızan güneş ışınları da mavimsi bir renge bürünüyordu.
– Ne kadar yavaşsın böyle, dedi ağabeyi.
– Geride kalmıyorum ki ben, diyerek nefes nefese yetişti, altı yedi yaşlarındaki kardeşi, sırtındaki çantasıyla. Hava sıcak, diye de ekledi.
– Seni anlamak zor. Demin üşüdüm diyen sendin. Şimdi de yanıyorum diyorsun. Daha büyümeden ihtiyarladın herhâlde…
– Senin işin kolay. Benim üç adımım senin bir adımın, dedi kardeşi alıngan bir tavırla.
– Tamam, hadi uzatma. Geride kalmamaya bak sen, dedi ağabeyi.
Sırtındaki çanta da ağırlaşmış gibi geldi küçüğe. İçinde pek bir şey de yok ama. Yürüdükçe omuzlarına olan baskısı artıyordu sanki.
– Ağabey! Gel şu montu üzerimden çıkarayım, diye seslendi çocuk, yorulduğunu hissettirmemek için.
– Çıkarma. Hava soğuk. Hasta filan olsan ne derim ben anneme, dedi sert bir ses tonuyla.
– Annem kızacak zaten sana. Herkesin yürüdüğü yoldan gitsek ne olurdu sanki?
– Ne mi olurdu! Ormanda baharın yaza geçiş şölenini kaçırmış olurdun. Daha ne olsun?
Kardeşi: “Benim hâlimi anlamıyor ki, anlasa biraz dinlenelim derdi.” diye düşündü ve geride kalmamak için adımlarını hızlandırdı. Ayağı kuru dallara mı takılmıştı, yoksa birbirine mi dolanmıştı, “pat” diye yere düşüverdi.
Bir süre hiç kımıldamadan hareketsiz öylece yattı. Otlardaki çiyler henüz daha kurumamıştı. Güneş ışınlarında inci gibi parlıyor, çok güzel görünüyorlardı. Bu inci damlacıkları yol boyunca çocuğun kocaman botlarının içine girip çoktan ayaklarını ıpıslak etmişti. “Sizi gidi inci tanecikleri..” diye düşündü .
Ağabeyinin ciddi bakışlarını görünce hızlıca ayağa kalkıverdi. Üstünü başını hemen silkeleyip sırt çantasını düzeltti.
– Yorulacağını bilseydim, vallahi seninle yola çıkmazdım, dedi ağabeyi.
Kardeşi hiç ses çıkarmadan yürümesine devam etti. Karşılık vermekten çekiniyordu. “Sinirine dokunacak bir şey söylerim, ense köküme indiriverir.” diye korkuyordu anlaşılan. Öyle yaptığı oluyordu zira.
Ama ağabeyine yine de:
– Büyükler küçüklere neden hep bağırırlar ki, diye sormadan da yapamadı.
– Ne yâni hoşuna gitmiyor mu? Sen yürümene bak, diyerek acele ettirdi.
Aslında ağabeyi de yorulmuştu. Ama kardeşine sezdirmek istemiyordu. İğneleyici sözler söylemesi de bu yüzdendi. Öfkesini birinden çıkarması lazım ya hani…
– Ayaklarım dondu. Botumun içi ıpıslak oldu, o yüzden diyorum… Senin eski botun su geçiriyor. Delik deşik olmuş zaten çoktan, diye ekledi o kendinden kaynaklanan bir şey olmadığını kastederek.
– Tamam öyleyse, hadi biraz dinlenelim, dedi.
Ağabeyi çalı çırpı toplayıp ateş yaktı.
Kardeşinin botunu eline alıp:
– Giyilir bir tarafı kalmamış bunun. Çoktan çöpe atılacak hâle gelmiş. Yazın çobanlık yapıp biraz para elimize geçerse sana yepyeni bir bot alırız. Bu yıl okula başlayacaksın daha. Hep benden kalanları giyecek değilsin ya, dedi.
Ağabeyinin bu sözleri karşısında eridi o. Sanki ağabeyi şu anda ona yepyeni bir çift bot vermiş gibi oldu. Yol boyunca su içinde cumbuldayarak yorulan tabanlarını ateşin karşısında ısıta ısıta yeni botun hayallerini kurdu. Babası hayatta olsa, hiç delik botla yürütür müydü? Annesi biçârenin de elinden bir şey gelmiyor ki. O: “Köydeki bir işte çalışıp zengin olmanın imkânı yok.” diye düşündü büyüklere has bir şekilde.
Ateşin başında ağabey kardeş bir güzel dinlendiler. Derken büyük olanı ayağa kalktı ve:
– Hadi toparlanalım artık. Daha gidecek epey bir yolumuz var, diyerek delik botları kardeşine uzattı.
Kurumasa da, bayağı bir sıcaklık yürümüştü botun içine. Giyince, ayakları mayıştı.
Ağabeyi ateşi tepeleyerek söndürdü ve çuvalını sırtına vurup ilerlemeye başladı. Yorgunluğu azalmış, ayakları kendine gelmişti…
Meğer ormanın güzelliğini farketmeden yürümüşler buraya kadar. Baksana şu baş döndürücü güzelliğe! Tepelerinde kuşlar cıvıldaşıyor, yaz mevsiminin ilk çiçekleri: “Bizleri görüyor musunuz?” dercesine ayaklarına sarılıyordu… Rabbin sanat eseri tabiatın bu güzelliğine hayran hayran yürürken, ağabeyi birden sendeleyip büyük bir çukura düştü.
Bir an bir sessizlik oluştu. Ayaklarını hissetmiyordu, sanki onlar hiç yoktu…
– Bir de benden şikâyetçiydin, diyerek güldü kardeşi.
– Ah, ayağım, diye inledi ağabeyi.
Kardeşi az önceki gülüşünden rahatsız oldu ve çukurun kenarına eğilerek:
– Ne oldu, diye sordu. Ağabeyi:
– Ayaklarım kırıldı her halde, diye inledi.
– Ben seni çekip çıkaracağım ağabey, dedi ve yukarıdan aşağıya kayarak ağabeyinin yanına indi. “Hadi!” diyerek ayaklarını kucaklayıp çekmeye çalıştı.
– Dokunma! Acıyor, diye inledi ağabeyi ağlamaklı bir sesle.
– O zaman ellerinden çekerek çıkaracağım, az dişini sık! dedi ve emekleyerek yukarı çıktı. Göğsüyle çukurun kenarına yattı ve bir eliyle otları kavradı diğeriyle ağabeyine uzandı. Ancak ağabeyini çekip çıkaracak gücü yoktu.
– Ben iki elimi toprağa sokup sıkıca duracağım. Sen bana tutunarak var gücünle çıkmaya çalış, dedi yarı korku yarı ümitle.
Ağabeyi