Göç. Mevlüd Süleymanlı

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Göç - Mevlüd Süleymanlı страница 14

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Göç - Mevlüd Süleymanlı

Скачать книгу

yine atlılar çıktı. Göç adamları kıpırdayıp kendilerine çekidüzen verdiler. Bellerindeki kılıcı, hançeri âdeta canlarıyla, kanlarıyla yoklayarak beklediler. Atlılar tepenin üstüne çıkıp ellerini kaldırdılar:

      –Ağam sizi misafir etmek istiyor, dediler. Herkes dönüp Dede’ye baktı. Dede işaret etti:

      –Sorun bakalım, ağası ekmeğini kime yedirdiğini biliyor mu?

      Sordular.

      –Biliyor, dediler. Cevabınızdan memnun kalmış. Ekmeğimizi kesmezseniz düşmanımızsınız.

      Dede el etti, göç dönüp karşıdaki yayla evlerine doğru tırmandı…

      Üç yiğit ak deveyi burunlukladı, ak deveye “hess” ettiler, ak deve “hess” edip yattı. Dede’yi indirdiler, baş tarafa halı serdiler, yer yastığı koydular, Dede’yi üzerine oturttular. Göç adamları, delikanlılar, erkekler elleri kılıçta, gelinlerin, kızların yüzü yaşmaklı, koca karılar, kadınlar arabalarda, çocuklar öküzlerin sırtında nasıl gelmişlerse öylece de durmuş seyrediyorlardı.

      Nice devletten devlet, kuruluştan kuruluş görmüşler, nice şahları, nice sultanları yorup yolda bırakmışlar, olanların, olacakların, konanların, göçenlerin üstüyle “dünyanın beli uzunu”15 yol yürüyorlardı. Geleceği mi arıyorlar, geçmişi mi? Kendileri de bilmiyordu.

      Korkuların, ölümlerin gözünün içine baka baka, hileleri, kurnazlıkları daha yapılmadan duya duya, anlardan, ömürlerden, hatta vaktin kendisinden ilerde dünyayı; yaşlana yaşlana, otura otura geride bırakarak, yurtlardan, sultanlardan, sınırlardan uzaklaşıyorlardı. Su gibi akarına, ot gibi biterine çoğalıyorlardı. Tanrı sultanlarıydı, dünya ülkeleri. Daha doğrusu böyle olmalıydı. Ezelden ebede doğru bir şeyleri araya araya yol gidiyorlardı..

      Çadırların omuzu abalı, başı Buhara kalpaklı, ayağı mestli ak sakallı ihtiyarı yaklaştı, elini göğsüne koyup Dede’ye başını eğerek selâm verdi:

      –Hoş gelmişsiniz!.. dedi. Demin atlılarıma dediklerinden hoşlandım. Ekmeğim ekmeğindir, oğullarım oğlun, kızlarım kızındır. Bizlere Koçkaroğlu derler.

      –Biz Karakelleleriz. Bu yerlerin adı nedir? İhtiyar gözlerini etrafta gezdirerek:

      –Bu dağ Yemlikli’dir, o Ağlağan’dır, o taraf Karahaç’tır, bu taraf Akçallı, o taraf Eğrikar’dır.

      Dede’nin yüzü aydınlandı. Belki de elli yıldır onun gülümsediğini kimse görmemişti.

      –Su aktığı yerden bir daha akar, dedi. Biz de katık, arkımızı bulduk. Yedinci dedem bu yerlerin adını anarmış. Dedem öldüğünde demiş ki; “Bizlerden birisi gidip o yerlerde ölecek.” İşte, ölmeğe geldim. Beni toprak çekiyormuş meğer…

      İşaret etti, göç indi. Koyundan koç, sığırdan erkek dana kesildi. Suların durusu, ekmeğin hası ortaya geldi. Koçkar evinin ekmeği şölen oldu. Karazurna ağır havalar çaldı, kızlar topladıkları çiçekleri, örgülü, saçaklı küpelerine takıp kokular saçarak, ağırdan ağırdan oynadılar. Oğlanlar, kılıç oynatıp, at sürerek av avladılar.

      Koçkarlar’dan Ozan Gökçe, Karakelleler’den Ak Ozan çıktı. Gördüklerinden, duyduklarından, olanlardan, olacaklardan çalıp söylediler.

      Tarih denen şey bunun ta kendisiydi. Ozanların destanlarında atlar kanatlanmış, yiğitleri kılıç kesmez, ok işlemez olmuştu. Gelinler, buğra misali oğlanlar, ay yüzlü kızlar doğurdu ki, her biriyle yeni bir devir başlıyordu. Gelmiş geçmiş tarihler güçlü oğulların, ay yüzlü kızların ayaklarıyla “Yeryüzünün beli uzunu yol gidiyorlardı.” Geçmişi mi arıyorlardı, geleceği mi, geçmişten mi geliyorlardı, gelecekten mi, bilen yoktu. Gökyüzünden düşmüş gibi kendilerine yer bulamıyorlardı. Ozanların destanı da, sazların çalması, kara zurnanın sesi, oynayanların oyunu, güreşenlerin güreşi, atların kişnemesi de bunu söylüyordu. Ozanların destanı, sazların çalması, kara zurnanın sesi, oynayanların oyunu, atların kişnemesi, onların bu güne çelip çıktıkları yolun ta kendisiydi. Dinleye dinleye, oynaya oynaya, güreşe güreşe durulup, billûrlaşıyorlardı.

      Sonra Koçkarların Bilici Ana’sını getirdiler. Damarları çıkmış, zayıf bir kadındı. Yüz yaşını çoktan geçmişti. Kıpırdamasaydı yaşadığına inanmak mümkün değildi. Bütün canı gözlerindeydi. Dipdiri gözleri dünyanın öbür yüzünden bakıyormuş gibi, baktığını delip geçiyordu. Başı açıktı. Düğüm düğüm ağarmış saçları vardı. On beş kadar küçük örgüsü görünüyordu. Kırışıklarla, damarlarla örtülmüş yüzünde insanı ürküten bir gülümseme dolaşıyordu. Aslında kadının yüzü sertti. Sanki kadın bedeninden ayrılıp havaya, nefese karışarak gülümsüyordu. Gözleri de bu yüzden dünyanın diğer yüzünden bakar gibi görünüyordu. Boşlukta kadının mavi, soğuk gözleri dolaşıyordu…

      Göçle gelenler korkudan başlarını yere eğdiler. Çocuğun biri haykırıp, kendini anasının kucağına attı.

      Kadın bağdaş kurdu. Çevrede gezinen gözlerinden de korkulu bir sesle:

      –Niçin batıya gidiyorsunuz? dedi. Ayağı yer tutan doğuya gidiyor…

      –Doğuya vardık nine, vardık da geri döndük.

      Dede böyle deyip dizine tutunup kalktı, gelip kadının yanında durdu. Göçün nineleri, yaşlı kadınları, Bilici Ana’ya bakıp kendilerini gelin saydılar. Nine dediğin böyle olurdu. Dede de ona “nine” diyordu. Dünya bile onun kadar yaşlı görünmüyordu. Dağ da onun gibi ihtiyarlamazdı. Lâf açıldığında diyordu: “Bir gün bulutlar birbirine değdi, gök karardı, sicim gibi yağmur yağdı, sel koptu, şimşek çaktı, dereler düzlük oldu, düzlükler dere oldu, yılkı bağrını çatlatan, it yüreğini parçalayan sürüleri bölük bölük, sığırları darmadağın eden bir rüzgâr esti. Karşı dağın yarısı çatlayıp kaydı, arasında göl meydana geldi, o zamanlar ben telli duvaklı bir gelindim.”

      O günleri görenlerden artık kimse kalmamıştı. Yamaçtaki mezar taşlarına varasıya kadar her şey yosun bağlayıp yemyeşil olmuştu. Dişleri çoktan dökülmüştü ninenin. Yeniden süt dişleri çıkarıyordu. Koçkarlar’ın aksakallı büyüğü Bilici Ana’nın sonuncu torunuydu ki, o bile yüz yaşına yaklaşmıştı. Sık sık gülüp kadına lâf atıyordu: “Ninemi kundaklayıp büyüteceğim, güzel bir kız olacak, yeniden kocaya vereceğim, biz tekrar dünyaya geleceğiz. İki Koçkar kabilesi olacak; ama geçinemeyeceğimizden korkuyorum.”

      Kadın yalnızca yoğurt, süt, ayran cinsinden şeyler ve unlu yemekler yiyordu. Elli yıl oluyordu gün doğduğunda da battığında da yüzü güneşe dönüktü. Elli yıldır, güneşle doğup, güneşle batıyordu. Akşam akşam acıkıp içi oyulana kadar güneşin ardınca bakardı. Gelip kuru kemikli vücudunu alır götürür çadıra koyarlardı. Tan yeri ağardığında yine onu güneşle karşı karşıya görürlerdi. Suya derdini söylerdi, dağa ömrünü. Evli olan erkek ve kadınları güneş yükseldikten sonra durdururdu:

      –Otur ey gelin niçin cenabet dolaşıyorsun? Niçin yıkanmıyorsun?

Скачать книгу


<p>15</p>

"Dünyanın beli uzunu" deyimi yazar tarafından iki mânâda kullanılmıştır. Türkler Doğu'dan Batı'ya göç ederken dikkat edilirse hep ekvator çizgisini takip etmişler, birinci olarak bu kastedilmektedir. İkinci olarak ise, bu Türk kabilesinin ezelden gelip, ebede gittiği vurgulanarak muazzam bir zaman derinliği kazandırılmaktadır. (Ç.N.)