Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü. Kemal Beyatlı

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü - Kemal Beyatlı страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü - Kemal Beyatlı

Скачать книгу

i gördüler.

      “İhsan Beg vuruldu… İhsan Beg vuruldu…”

      Çınlayan bu sözler, köylüleri daha tedirgin etti. Bu kez çoluk çocuk herkes tarlaya koşmaya başladı. Yeni köylüler bir katlı evlerinin önünde ellerinde silahlarla tetikte bekliyorlardı. İçlerinden birisi telaş içinde saklanmak için kurna bucak yer arıyordu, diğerleri de ona yer gösterir gibi işaretler edip aralarında fısıltılı fısıltılı konuşuyorlardı.

      İhsan Beg, ruhunu hala teslim etmemişti. İhsan Beg vuruldu lafını duyan Hasan Emmi yaşlı olmasına rağmen en hızlı koşanlar arasında idi. İhsan Beg› in cesedine yaklaştı, sırtından vurulduğunu görünce kendini tutamadı:

      “Vay kahpeler, vay alçaklar…”

      Beş kurşun sırtının değişik yerlerine isabet etmişti. Yüz üstü toprağa düşmüştü.

      “Neden böyle acele ettin İhsan Beg?” Kelimeler titrek dudaklarının arasından çıkıyordu Hasan Emmi’nin. Sakin bir tavırla hiç de kekelemeden yanıt verdi İhsan Beg:

      “Geç kaldım bile, başka ne yapabilirdim ki, bu topraklar bizim, sürülmesi lazım, sakın ha ölmesine izin vermeyin.”

      Bu sözler, Nur Baba Köyünde İhsan Beg’ in son sözleri olmuştu.

      Cenaze merasiminden sonra başsağlığına gelen köylülere Hasan Emmi, İhsan Beg’in son sözlerini bir vasiyetname olarak yalnız kendi köylülerine söylemiyordu, komşu köylerden gelenlere de durumu anlatıyordu. Bir bir vasiyeti de hatırlatıyordu:

      “Geç kalmadan bu toprakları biz sürmeliyiz.”

Kasım 2001

      EKMEK KIRINTISI

      “İşine gelirse!”

      Dedi, masa üzerindeki yazar kasanın arkasına gövdesinin yarısı gömülüp, kayıp olan adam.

      “Ama çalışmak istiyorum.”

      Elleri birbirine kenetlenmiş, boynu bir tarafa sarkmış şekilde duran Cemal:

      “Camda yazmışsınız: Çırak Aranıyor” demesine pek anlam verememesine rağmen bunu söyledi. Üç günden beri dolaşıp dükkânların vitrinlerinde asılan ve dikkatini çeken bu yazıyı her gördüğünde umutlara kapılıp dükkânın içine dalıyordu. Dalış o kadar hızlı oluyordu ki, hasmının üstüne saldırır gibi çılğınca gidiyordu “Bu sefer kazanacağım! Bu sefer kurtuluşun yok!” Diyordu içinden… “Hayır” duvarına çarptığı an, boncuk boncuk ter sırtından aşağı inmeye başlıyordu… Birkez daha raundu kayıp ediyor ve vücudu ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Gölgesi arkasından zar zor sürükleniyordu…

      “Doğru, ama oniki onüç yaşlarında delikanlı istiyoruz, senin gibi zırtapoz değil. Senin yaşın kaç?”

      “Otuz iki amca.”

      “Bak, sen çıraklık yapamazsın.”

      “Yaparım yaparım,” bir solukta söyledi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yazar kasanın arkasından başını kaldırıp “evet” demesini beklerken “olmaz” kelimesi çekiç gibi başına indi. Gözleri karardı.

      Adamın iki dudağı arasından çıkan “olmaz” top mermilerinin kasvetinden daha acı, korku ve ölüm saçıyordu etrafa.

      “Üç gündür evime bir şey girmedi. Çocuklar aç!”

      “Kaç çocuk var?” “Dört abi.”

      “Masaları temizlemeyebilir misin, boş tabakları toplayabilir misin?”

      “Yaparım abi.”

      Kabul görüldüğünü hisseder gibi içine güneşin ilk doğuşunun ışınları girmeye başladı. Bağırsaklarındaki kuru sesler gidiverdi bir an. Evde sofra serildi. Sofrayı dolduracak bir şeyler bekleniyordu.

      O gün işe başladı. Fatih’te mahalle arasında küçük bir lokanta idi. Konu komşu ve yoldan geçenlerin ucuza karınlarını doyurmak için uğradıkları küçük bir lokanta.

      Boş masaları bile sık sık silip temizliyordu. Hazır olda bekliyordu. Gözleri patronun gözlerini, dudaklarından çıkacak her sözü kendi işi olduğunu sanıyordu. Müşterilerin arkasından hemen tabakları toplayıp rüzgâr hızıyla alıp yıkayıp ocakçının yanındaki dolaba istifliyordu.

      Alacağı yevmiye hakkında konuşmadılar. Önce işi bulmaktı gayesi.

      Akşama doğru, insanlar sokaktan çekilmeye başladı. Lokantada çalışanlar önlüklerini çıkartıp normal kıyafetlerini gidiler, gitmeye hazırlandılar. Aralarında üstünü değiştirmeye gerek duymayan bir Cemal vardı. Çünkü önlüğü falan yoktu. Gözleri patrondan başkasını göremiyordu. Patron dükkânın anahtarların hazırlayıp yazar kasada toplanan paraları çalışanlar görmeden, nazardan korumak için saymadan cebine indirdi. Cemal tüm cesaretini topladı ve patrona yaklaştı,

      “Yevmiyemi alabilir miyim?” demesine pişman olacağına korkuyordu, ama yapacak bir şey yoktu evde yavrular bekliyordu.

      “Dur hele, birkaç gün çalışta etini budunu görelim. Ondan sonra yevmiyeden bahsedersin!”

      Patronun sözleri Cemal’ı dipsiz kuyuya attı. Lambalar bir anda sönüverdi. Her yer karanlık. Cemal’in içi dışı kapkara oldu. Karanlıkta gözleri patronun göz pırıltısından başka bir şey görmüyordu, umutları suya düştü.

      Evdeki sofra boş açıldığı gibi boş toplanacaktı bu akşam da.

      Açlık insanı bazen cesaretlendirir olsa da, utangaçlık duygusu cesareti frenler de bazen. Bunun yarını da var. Şimdi patronla zıtlaşırsa iyi olmaz.

      Eve gideceği yüzü kalmamıştı. Ağlamak istedi gırtlağı kilitlendi. Kerkük’te babasının dükkânını hükümet tarafından yağma edilmesi emri verildiği günü hatırladı! Hükümet yandaşlarının dükkândan çuval çuval pirinç, un, mercimek ve teneke teneke yağ götürdüklerini gözünün önüne geldi. O anı hatırladı babasının göğsüne başını dayadığı anı ve aynı, şimdiki gibi boğazının kilitlendiği anı hatırladı; yılların birikimi bir anda tükendi gitti.

      Şimdide patronun “dur hele” demesi bir anda eşinin ve dört çocuğunun aç bekledikleri baba, eve gitmeye korkuyordu ve daha doğrusu utanıyordu…

      Ocağın bulunduğu tezgâhın arkasına geçti, eğilip tezgâhın altında müşterilerin masalarından arta kalan ekmek kırıntılarını cebine doldurdu ve evin yolunu tuttu.

Ocak 2002

      İSTANBUL’DA BİR KERKÜK’LÜ

      “İstanbul Fatih’te,

      Rutubetli Bodrum

      Katında Yaşayan

      Bir Kerküklü

Скачать книгу