Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü. Kemal Beyatlı

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü - Kemal Beyatlı страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü - Kemal Beyatlı

Скачать книгу

bambaşka bir heves, bambaşka bir aşktı.

      Oradaki havayı bir teneffüs etsek… Sokaklarında bir gezip, dolaşsak… Bir şehir ki, iki kıtaya yayılmış, her tarafı sularla kaplanmış, tarih boyunca birçok komutanın rüyalarına girmiş, sonunda da Türklerin olmuş… İstanbul’un ne denli büyük ve muazzam, tılsımlarla dolu bir şehir olduğunu hayal edip dururduk.

      İstanbul’da, kimlerle görüşmek için can atmazdık ki! Bırakın ünlüleri, medyatik kişileri, futbolcuları… Bir bilseniz, orada yolda yürüyen insanlarla bile selamlaşıp, yanaklarımızı sonuna kadar gererek güler yüzle: “Ben geldim” demek; içimizin ta en derin hücrelerinden, daha içten, gülen bir yüzle; “Abi ben geldim”, “abla ben geldim” demek, umutların zirvesinde oturan bir umuttu bizim için. Irak’ta yaşadığımız işkencelerin ana sebebi bu aşktı; bu sevgiydi. Bu gözle görünmez bir bağlılıktı. Kerkük’te birçok Türkmen’in zindanlara atılması, ağır işkencelere tabi tutulması, hatta idam sehpasına çıkarılmasının ana nedeni de bu aşktı.

      Türkiye’den Irak’a veya körfez ülkelerine mal götüren kamyonlara, tırlara kollarımızı olabildiğince kaldırıp el sallar, akşamları da evde herkese anlatırdık;

      “Bugün Türk kamyonları gördüm, Türk şoförlere el salladım, onlar da bana el salladı…”

      “Senin ki de bir şey mi, ben molası verirlerken Türk şoförlerin yanına gittim. Onlarla konuştum bile…”

      Diğeri böbürlenerek cevap verirdi. Birde koynundan bir Türk gazetesi çıkarıp; “Bakın, bakın Türk şoförler bana gazete bile verdiler.” diyerek ortalığı kızıştırırdı.

      Bir diğeri:

      “Bana da Barış Manço’nun resmini verdiler,” derdi.

      Muhabbet öyle uzayıp giderdi.

      Baas rejimi, Türkçe basılmış her şeyi yasaklamıştı. Kamyon ve tır şoförlerin verdikleri yırtık pırtık gazete kâğıtları, sanatçıların resimleri kaç Türkmen’in başına bela oldu. Bu yüzden tutuklananlar oldu, aileler Kerkük’ü terk etmeye zorlandı, Irak’ın güneyine, sürgüne gönderildiler. Baas rejimi, Türkmenleri baskı ve zorla Irak’ın güneyine göç ettirerek Türkmenleri, Türkiye sınırlarından olabildiğince uzaklaştırmak istiyordu. Belki de amaçları, bizleri Misak-i Milli sınırları dışına çıkartmaktı…

      Türkiye semalarında dolaşan havanın, es kaza Kerkük semalarına gelmesi Türkmenlerin o havayı teneffüs etmesi bile, Irak yönetimine büyük bir endişe; büyük bir korku verirdi! Belki korku denilen şey de buydu.

      Evkaf caddesinde terzilik yaparak geçimini sağlayan Abdülhadi ve arkadaşlarının, yedişer yıl hüküm giymelerinin nedeni: Adamcağızın dükkânında Türkçe gazete parçaları bulundurmasıydı. Abdülhadi, sıradan bir müşteri kılığında, dükkânına gelip sipariş veren, gözleri dört dönen ve etrafı süzen adamın, bir şeylerin peşinde olduğunun sonradan anlamıştı. Bu sebepten Abdülhadi Vedüd, Fatih Şakir birçokları, yedi yıl hapiste yattılar. Fatih Şakir’in mahpushanede sağ ayağının kangren olması, akabinde sağ ayağının kesilmesi ve aylarca askeri hastanede yatması bile onun affedilip mahpushaneden çıkarılmasına yetmedi. Fatih Şakir yatalak bir şekilde mahpushanede can verdi. Fatih Şakir de o aşk uğruna ölenlerdendi.

      Geceleri kulağımızı transistörlü radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. “Bu yıldızlar acaba İstanbul’un hangi evinin üzerinde,” diye düşünürdük. Kerkük ile İstanbul arasında yıldızlar birer iletişim aracı olurdu. Yıldızlar çöpçatanlık yapardı, Kerkük ile İstanbul arasında. Bu hayal, bu kurgu, her gencin kafasındaydı, zihnindeydi.

      İstanbul bir hayal ülkesiydi bizim gençler için. Beyaz atlı prensi dört gözle bekleyip durdular ve hiç göremedikleri o sevgiliyi görmek için can atarlardı.

*

      Yıl 1991… Körfez savaşı patlak verdi. Savaş, Ortadoğu da birçok dengeyi bozdu. İşte İstanbul’u görme fırsatı doğdu. O büyük aşkın vuslat zamanı geldi. Âşık ve maşuk artık yan yana diz dize oturacaklar, dertleşeceklerdi. Biri diğerine: “Nerede kaldın?” diye sitem edip soracak; diğeri ise “senden, gel diye bir işaret alamadım ki!” diyecek. Yıllarca süren ayrılığın acısını birbirlerine anlatacaklardı.

      1991’in Mart ayında, Irak’ın birçok şehrinde otorite boşluğu doğdu. Halk ayaklandı, Baas rejimi ayaklanmayı bastırmak için, orduyu kullanarak askerleri halkın üzerine sürdü. Çok kayıplar oldu. O günlerde ben de Kerkük’ten çıkıp İstanbul’un yolunu tuttum. Büyük aşkımı görmek için yasadışı yollara başvurup, kaçakçılara para vererek yollara düştüm. “Fırsat bu fırsat” dedim. O aşk canlandı kalbimde. O büyük hayal gerçek olacaktı. O umut yeşerdi artık, meyvesini alma zamanı gelmişti.

      Otobüsle, Derecik, Hakkâri, Van ve diğer birçok şehirden geçerken, zihnimde hep bir türkü dolaşıyor ve o türkü, aralıksız yankılanıyordu kulaklarımda,

      “Burası Muştur yolu yokuştur,

      Giden gelmiyor acep ne iştir?”

      Muş neresiydi acaba? Bu türkü niçin bu kadar acılı, dertli söyleniyordu? Türk şairlerin, ezbere bildiğim şiirleri geldi aklıma. Birden Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazdığı nasihat şiirinin bir dörtlüğü döküldü dudaklarımdan:

      “Ömrünün dört faslı var

      Üçü kış biri bahar

      Çalış ki görmesin kar

      Sendeki Nisan kızım.”

      Belki de bu dörtlüğü hatırlamamın nedeni nisan ayında olmamızdı. Otobüsün camından dışarı baktım, Türkiye’nin göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovaları, heybetle yükselen dağları, o güzelliklerini seyrettim uzun uzun. Otobüste, kimsenin bana aldırış etmemesi dikkatimi çekti. Herkes kendi halindeydi. Kimi yatmış, kimi gazete okuyordu… Gözüm gazete okuyan birine ilişti. Az kalsın gidip;

      “Ağabey, bu gazeteyi ben de okuyabilirim. Ben bunu okumak için nelere katlandım, neler çektim. Bizler bu gazeteleri okumaktan dolayı mahkemelere çıkartıldık. Bu sebeple cezaevlerine atıldık. Sen öyle bacak bacak üstüne atıp bu gazeteye hor bakma, sayfalarını yavaşça katla’’ demek istiyordum…

      Muavin yolculara su ikram ederken yanımdan geçiyordu. Göz göze geldiğimizde, ona gülümseyerek; “Ben seni tanıyorum, ben Kerkük’ten geldim. Hani kendi hayalimde kendi dünyamda sana selam verirdim. Sen de selamımı alırdın. Sohbet ederdik. Burada oturan yolcularla da tanışıklığım var. Hepsiyle, hemen hemen hepsiyle konuşmuşluğum vardır,” demek istiyordum.

      Biz zannederdik ki, İstanbul’a vardığımızda herkes bizi tanıyacak, orada insanlar bize kucak açıp, çiçeklerle karşılayacak. Yürüdüğümüz sokaklarda, caddelerde herkes bizi parmakla gösterecek; “Bakın bakın, işte Kerküklü kardeşimiz geldi.” diyecekler. Kahvelerde çay yudumlarken konu sadece biz olacağız. Kimse bizden başkasını konuşmayacak.

      Yıllar önce, 50’li, 60’lı hatta 70’li yıllarda Türkiye’deki Üniversitelere okumaya gelenler, yaz tatilinde Kerkük’ e

Скачать книгу