Mai ve Siyah. Халит Зия Ушаклыгиль

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль

Скачать книгу

ara sıra şaka etmek istemesidir.

      Bu tertemiz yüreği incitmiş olmamak için Ahmet Cemil en katlanılamaz şakalarını bile hoş bulmuş gibi görünür. Onun şakaları ile eğlenen özellikle Raci ile Sait’tir. Raci yaratılış bakımından dolu bulunduğu hainliğe, Sait de kendine özgü bir karaktere sahip olmayıp da ötekinin berikinin yaptığını taklit etme alışkanlığına uyarak Ali Şekip’e ağız açtırmazlardı.

      Sait üzerinde Ahmet Cemil’in belirgin bir görüş ve düşüncesi yoktur çünkü Sait’in kendisinin belirgin bir varlığı yoktur. Sait, her soruya “evet” diyen, her duyduğu düşünceye “Benim de düşüncem budur!” karşılığını veren ama bütün bu dönekliği zaten beyni gayet hassas bir eksen üzerinde çevrilmeye hükümlü olarak yaratılmış olmaktan başka bir nedenle yapmayan bir gençtir ki kimseye kötülük etmez. İyilik etmeye çağrılmazsa iyilik etmek de aklına gelmez; kişiliğinin gerçekten var olup olmadığından insan şüphe duyabilir. Üstelik şiirine de katlanılabilir bir adam olduğu için Raci ile çoğunlukla aynı duyguda çıkmasına Ahmet Cemil gücenmez.

      Saib -kısa, zayıf, kuru çocuk- Ahmet Cemil’in sinirlerine dokunan işte bu yaratıktır. Bunun görüntüsünden duyduğu soğuk ürpermeyi, Raci için bile duymaz. Saib, o küçük yapıda yaratılmış, kemikleri gelişememiş, kasları kemiklerinin üstünde kurumuş, küçük gözlü, ufak yüzlü, her zaman ayakta, her zaman kımıldama hâlinde; kulaklarıyla gözleri her zaman bir uğraşma içinde, bu dünyaya görülmeyecek şeyleri görmek ve işitilmeyecek şeyleri işitmek için gelmişçesine, örneğin Ali Şekip’in, bilmem nerede bucak müdürü olan eniştesine yazdığı bir mektubu yandan okumaya çalışırken kulaklarını odanın köşesinde yazı işleri memuru Ahmet Şevki Efendi’nin, kâğıtçıyı az para ile savmak için harcadığı konuşmalara yöneltirdi.

      Onun için örneğin çarşamba günü, imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi’nin evinde uskumru dolması olacağını bilir çünkü bir gün önce mürettip yamağı Emin’e “İki okka alacaksın, dolmalık olacağını unutma. Geç kalırsan yarına yetişemez…” dediğini tamamıyla işitmiştir.

      Raci parasız kaldığı vakit, Ahmet Şevki Efendi’nin çekmecesinde para olup olmadığını Saib’den sorup araştırır çünkü o, her hâlde çekmecesinin bir köşesine atılan bir ilan ücretini görmüştür.

      Örneğin birkaç kişi arasında konuşma sırasında, bir söz gürültüye karışsın da anlaşılmasın, Saib’den sorunuz; o kesinlikle anlamıştır, size de anlatır. Ona her yerde rastlanılır. Gazetede herkesten çok işinin başına gelip gittiği, bir kitapçının hesap defterini tuttuğu; sabahleyin Mekteb-i Hukuk derslerine gittiği hâlde, Babıali Caddesi’nden çıkarken bakınız, bir matbaa kapısında, örneğin, o gün Ahmet Cemil’in bir manzumesinin iki beyitini okurken; biraz ötede tütüncü dükkânına uğrayarak filan derginin filan sayısının ne kadar satıldığını araştırırken; gazeteye giriniz, yazı masasının kenarında “Selanik özel temsilcimizden aldığımız bir mektuptur…” diye başladığı bir kâğıda yalancı bir mektup uydururken görürsünüz.

      Gazetede herkesten çok o çalışır; çeşitli yazılar yazar, yabancı gazeteleri okur, tercümelerini yapar, taşra mektuplarını özetler…

      Ahmet Cemil’in bu çocuk üzerine -çocuk diye ünlüdür çünkü yirmi yaşını her hâlde geçmiş olmakla birlikte çocukluktan kurtulamamıştır- duyduğu şey…

      Bakınız, işte şimdi bile sanki vücudunu iki kol tutmuş, sonu olmayan bir derinliğe çekiyordu. Kendisini toplamak istedi ama düşüncesinin bütün kendini yönetme gücüne sahip olmakla birlikte bedenini kaplayan o büyük bitkinliğe karşı koyabilmesi mümkün olmadı, mümkün değildi. O vakit kendi kendisini zorlayarak, sanki bedeninden yavaş yavaş uzanıp gidiyormuşçasına uyuşan bacaklarını çekti. Bahçenin bu yüksek noktasının önünde sayılan bütün görüntüyü bir düşün silinmiş biçimlerine benzeten bulanmış gözlerinde yeterli bir güç toplamak istedi.

      O sırada mızıkanın uzaktan gelen ahengini taklit ederek kendisine biraz dayanıklılık vermiş olmak üzere hafifçe, belirsizce ıslık çalmaya başladı…

      Şimdi Ali Şekip, Raci, Sait, Saib… Bütün yüzler beyninden silinmişti. Bu çalınan şeye tanıdık çıkıyordu, neydi? Her vakit, bahçeye hemen her gelişinde dinlediği bir şey… O vakit aklına geldi: Waldteufel’in ünlü valsini ne vakit dinlese bütün hayali açılır, gelişirdi. Onun adını kendine özgü bir dille Türkçeye tercüme etmişti: Barân-ı Elmas!2 Ne güzel, ne hayallemeler getiren, nasıl dünyalarını açan bir ad…

      3

      Bakınız işte gözlerinin önünde gördüğü şeyler: Başının üzerinde açılan bu gökyüzünde, yazın şu sıcak gecesine özgü bir buğu ile örtülü sanılan bu mavilikler içinde titriyormuş duygusunu uyandıran bütün bu yıldız alayları, bunlar bir elmas yağmuru değil mi?

      İçkinin etkisi altında bulanarak süzülen gözlerinin önünde donuk mavilikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş olan gökyüzü sallanıyor; şimdi karşıdaki tepelerin uyuyan sırtlarına dökülecek veya denize doğru akan belirsiz tablo yavaş yavaş yüksele yüksele yerler gökler gecenin bu aşk havası içinde büyük, uzun, vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir öpüşle birbirine sarılarak tek bir varlık olacak sanıyordu.

      Ah! Bu elmas yağmuru… Bahçenin durgun havasını dağıtan, bir aşk esintisi, sıcak ve baygın bir soluk gibi sanki ta göklerin sezilemeyen yüksekliklerinden dökülen bu ezgiler… Kimi zaman yüreğin en derin noktalarından geliyormuşçasına içten gelen, hafif, sanki sessiz-suskun; kimi zaman bir duygulanma kaynayıp fışkırmasına yansımışçasına patlayarak, çığlık kopararak kimi zaman bir yakınma iniltisi kimi zaman bir kahrolmuşluk iniltisi…

      Şimdi Ahmet Cemil, altından yer kaçıyor, başından gökyüzü uçuyor, bedeni bir boşluk içinde yuvarlanmaya başlıyor sanısındaydı.

      Elmas yağmuru!..

      İşte, işte, sanki göklerden dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ışıklar; işte, işte dans ediyor, yağıyor… Onlar da bir elmas yağmuru ama hayatta yüksek şeylere meftun olmuş gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; ta o göklere, o üzerinde gülümseyen nurlara, çalkalanan maviliklere doğru yağıyor.

      Bir düş içinde veya büyülü bir dünya karşısındaydı. Kemanların titreyen iniltileri, flavtanın kahkahaları, sanki bu enstrümanlardan, bütün bu kirişlerle tahta veya bakır parçalarından büyülü bir solukla canlanarak, kanatlanarak uçuşan küçük küçük ezgiler birbirine atılıyor; birden ötekine bir ayrılık acısının sesi, ötekinden bir ızdırap iniltisi, şundan bir özleyiş inlemesi, başka birinden bir umut cevabı çıkarak, bütün o zavallı insan ruhuna özgü acılıkların, tatlılıkların hazinesini taşıyor. Mavi, siyah kelebekler gibi uçuşarak birbirleriyle dudak dudağa bir birleşme-kavuşma içinde dağılıyorlar, yükseliyorlar… Sonra bunlar o parlak gökyüzünün maviliklerine, şu karanlık denizin siyahlıklarına serpiliyor; işte, işte şu aşağıya süzülen, şu yukarıya uçuşarak siyahlara bürünen soluk ışıklar! Elmas yağmuru…

      Son bir ezgi tufanı ile birdenbire

Скачать книгу


<p>2</p>

Elmas yağmuru. Bu “barârı-ı elmas” tanılaması, “Mai ve Siyah” romanının özünü ve ana temasını oluşturduğu için metindeki ilk geçişinde onu olduğu gibi aldık; öteki bölümlerde sadece Türkçe karşılığını veriyoruz.