Mai ve Siyah. Халит Зия Ушаклыгиль

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль страница 5

Жанр:
Серия:
Издательство:
Mai ve Siyah - Халит Зия Ушаклыгиль

Скачать книгу

kendisini biraz topluyor, şakaklarında hafif bir serinlik duyuyor, beynini ateşten bir bulutla örten buhar yavaş yavaş açılıyordu. Onun dünyası işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içindeki mavi bir gökyüzü, o mavi gökyüzünün içinde birçok gülümseyen umut yıldızlarından başka bir şey değildi.

      Orada da bir elmas yağmuru…

      İşte, gözlerini kapayınca görüyor: Mavi bir gökyüzü altında büyük bir kırsal yer ki sabahın hüzünden, neşeden, renkten ve karanlıktan, sessizlikten ve ezgilerden, gölgeden ve hayalden; o birbirinin hem aynısı hem de gayrısı sanılan zıtlıklardan meydana gelmiş hâli altında daha uykusundan tamamıyla ayılamamış mahmurluklarla yüklenmiş sisler arkasında boğulan ufuklara doğru uzayıp gitsin…

      Üzerinde bir gökyüzü ki geceden kalma siyahlıklarla gündüzün ilk parıltılarının birleşmesinden oluşmuş esmer bir renkle gözleri lütuflandırır; bir belirsiz renk altında mavi bir atlas hâlinde görünen gökyüzünün derin bir köşesinden Çoban Yıldızı’nın beyaz gülücüğü hâlâ görünür; bakir bir katıksızlıkla aydınlanmış bir göz gibi bakmaktadır…

      O lacivertliklerin bir yanında, daha belirsiz, bir nurdan toz savruluyor gibidir. Bu kırsal yerin üzerinden, o gökyüzünün altından, bir peri alayının kanatlarıyla dalgalanıyor denebilen hafif bir hava uçar ki dikkat edilirse bir ruhsal dünyanın ezgili sesine benzer melodilerle titrer. Bütün görüntüler, sabahlara özgü o renkli belli belirsizlik içinde hava ve hayalden oluşmuş bir gölge biçiminde durur. Ama bir zaman gelir ki birdenbire bir görkemlilik çağlayanı dökülür; biraz önce sönük duran gökyüzü sanki bir yangınla dolar. Ufkun bir köşesinden, güneşin göğsünden kırsal bölgeye bir nur tufanı döker.

      Gökyüzünün bu görkemli yangını altında kırsal bölge karmakarışıklıktan sıyrılır, bütün ortalık taze bir hayatın canlılığı ile tutuşur…

      Ahmet Cemil burada, hayalinin bu gösterişli tablosunu yaşatırken “Ah! O umut güneşi!..” diyordu. Onu ne kadar yıldır bekliyordu…

      Daha yirmi iki yaşındaydı. Öyle bir yaşta, gençliğin öyle bir duygusal döneminde ki düşünüş, aydınlık bir gökyüzünün elmas yağmuru altında parlak hülya dünyalarında kanatları kırılmış bir kuş gibi daha topraklara düşmemiş; gözler ışıklı bir hayal ufkunun nurlarıyla dolu iken bir perde altında siyah bir köşenin açılmak üzere olduğunu daha görmemiş; yalnız aydınlık, güler yüzlü bir sabahın düşüne dalmış; umut güneşinin üzerine ta uzaklarda bir ufkun içinde hazırlanan bulutların dökülmeye hazır olduğunu anlamamıştı.

      Daha yirmi iki yaşında; bütün ruhsal dünyası yalnız bir umudun gerçekleşmesini bekliyor…

      Üne erişmek, edebiyatçı olmak, herkesçe tanınmak… Bugün o kadar acılıklarına göğüs vermek için hayatını zehirlediği bu edebiyat dünyasının bir gün yüksek doruklarına çıkmak ve adını o kadar yükseltmek ki… O, düşünüp hayal ettiği o yüksek dereceye bir sınır bulamıyor; sonra da bu denli yükselme emellerine kapılıyor olduğundan dolayı kendi kendine utanıyordu. Edebiyatçı olmak, ün kazanmak… Yıllardan beri bütün düşüncesi bu değil miydi?

      Daha okulda iken bir kimya kitabının üzerine başını dayayarak, gözleri ötedeki siyah tahtanın üzerinde unutulmuş, yarım kalmış bir cebir denklemine dalarak, düşünsel bir hayal rüzgârı üzerinde, bilinmez emeller uzayında uçtuğu zamanlardan beri bütün varlığını kaplayan emel, üne erişmek isteği değil miydi?

      Ahmet Cemil her zaman aceleci ve telaşlı yürüyüşü ile sanki koşarak Babıali Caddesi’nin kenarından çıkarken şu kitapçı dükkânları, cam kapıların aralarından ayırt edilen şu kitabevi müşterileri, bu matbaalar; sabahtan akşama kadar düşünce ve sanat hareketlerinin yegâne mekânı olan şu cadde, bir gün gelecek kendisinin fethetmiş olduğu bir yer olacak…

      Şimdi birkaç eski okul arkadaşıyla sekiz on kalem sahibinden başka herkes için tanınmayan biri olan bu genç, bugün koltuğunun altında bir iki kitapla buradan bir gölge gibi çıkarken, bir gün gelecek rastgele bir kitapçının dükkânına gözü ilişecek olursa okuldan yeni çıkmış iki genç edebiyat amatörünün birbirine, kendisini gösterdiklerini sezinleyecek…

      Ah, o zaman göğsü nasıl bir kıvanç havasıyla şişecek! Şimdi oradan bilinmeyen bir cisim biçiminde geçiyor; gören yok, bakan yok; ama o zaman?.. Geçtiği yolun üzerinde adının yavaşça fısıldandığını işitecek ve ciğerlerinden sıcak bir şeyin aktığını duyacak…

      Zaten bu sonuca, bu umudun gerçekleşmesine layık olmak için az mı acılar çekmiş, hayatın az mı dertlerine eziyetlerine, güçlüklerine katlanmıştı? Ama bu yaşa gelinceye kadar…

      Ahmet Cemil’in düşüncelerine bir ara verme daha girdi: Uzaktan imtiyaz sahibi Hüseyin Baha ile yazı işleri memuru Ahmet Şevki Efendi’nin yaklaştıklarını gördü. İmtiyaz sahibi gelince dedi ki:

      “Allah cezasını versin! Bir türlü kendisini toparlayıp düzelemeyecek. Evde kendisini bekleyen karısını, çocuğunu düşünmek yok ki… Gene oraya gitti; ötekilerini de birlikte sürükledi. Biz üç kişi kaldık; artık yavaş yavaş yola çıksak!..”

      Ahmet Cemil, Raci’nin ikide bir de Palais de Cristal’de geç vakte kadar kaldıktan sonra geceyi de evinden başka yerde geçirdiğini bilirdi. Kaç kez talihsiz karısı gazetenin kapısına kadar gelerek beş altı yaşındaki yavrusu ile kocasını arattırmış; Ahmet Cemil’le birlikte bütün arkadaşlarını, nasıl bir karşılık vermek noktasında şaşkın bırakmıştı.

      4

      On dokuz yaşına kadar Ahmet Cemil tamamıyla -hayatta mümkün olabildiği kadar- mutlu idi. Ondan sonra babasını kaybedince geçim kaygısı, hayat mücadelesi başlamış; kendisinin deyimiyle ağzına göre bir “piyale-i telhî-i hayatın zehrâbesine” dudakları değmişti.

      Babası dava vekili idi. Ailesini iyi geçindirecek kadar para kazanırdı. Zaten ailesi Ahmet Cemil’in annesiyle on sekiz yaşındaki oğlundan, on dört yaşındaki kızı İkbal’den oluşmaktaydı.

      İyi bir aile babası, evine tutkun, eşine çocuklarına tamamıyla bağlı, özellikle namuslu… Ahmet Cemil ne vakit babasından söz etse namusluluğunu dile getiren öykülerin sonu gelmezdi. Onun anlattıklarına göre bir seferinde babası kabul etmiş ve ücretinin yarısını önceden almış olduğu bir davanın, sonradan haklı bulunmadığını anlayınca birden geri çevirmiş ve almış olduğu parayı geri vermeye karar vermişti. Ancak bu kararın yerine getirilmesine büyük bir engel vardı ki o da paranın Süleymaniye’deki minimini evlerinin onarımına harcanmış olmasıydı. O vakit saatlerce düşünüldü; bir çıkar yol bulunamadı. Annesi emniyet sandığına rehin edilmek üzere, küpesiyle yüzüğünü önerdi. O vakit babasının bütün duygusallığı nasıl taşmıştı…

      Karısının elmaslarını rehine koymak!.. İşte bu mümkün değil… Kendisinin bir altın enfiye kutusu, bir güzel saatiyle bir ağır altın kösteği vardı; bunlar rehine konuldu. Fazla olarak çok aşırı bir faizle bir tefeciden para alındı; o haksız davadan vazgeçildi.

      Bu adamın (Ahmet Cemil’in babası) yalnız bir kaygısı vardı: Ailesini mutlu etmek…

Скачать книгу