Bahar ve Kelebekler. Омер Сейфеддин

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bahar ve Kelebekler - Омер Сейфеддин страница 4

Жанр:
Серия:
Издательство:
Bahar ve Kelebekler - Омер Сейфеддин

Скачать книгу

Sıcak gittikçe kızıyor, yol daha ziyade biçimsizleşiyor, tozlar çoğalıyor, taşların arasında baygın kertenkeleler görünüyordu. Kendine baktı. Tozla örtülmüş çarıklarının eskiliği belli olmuyor, kıllı göğsünden çamurlu terler damlıyordu. Gayret lazımdı. “Yolcu yolunda gerek” nasihatini hatırladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü, yürüdü… Saatlerce yürüdü. Güneş tam tepeden tekrar ufka doğru inmeye başlamıştı. Derviş Hasan, şimdi şehirlerdeki zengin, tenperver zâhitlerin içmeye kıyılamayacak soğuk, berrak sularla serin gölgeli, rahat şadırvanlarda ikindi namazı için abdestlerini tazelemekle meşgul olduklarını düşündü. Onların cehennem azabıyla, cennet hırsıyla daima rahatsız olan ruhlarına mukabil, vücutları ne kadar mesut, ne kadar rahattı. Yürüdü, yürüdü… Yürüdüğü yolda izler gittikçe karışıyordu. Gözlerini kaldırdı, ileriye baktı. Yolun dönemecinde küçük bir tepenin önüne gelmişti. Dönemecin karşısında iki üç çınar ağacı ile bir kurumuş çeşme vardı. Durmadı. Yürüdü. Bu tepenin eteğini dönünce yolun tırmanıp aştığı öyle dik, öyle sarp bir yokuş gördü ki…

      “Vallahi bunu çıkamam!” diye haykırdı. Hemen çömeldi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık, sabahtan beri durmadan yürüyen Derviş Hasan’ı az daha isyan ettirecekti. Bu dik yokuş karşısında duyduğu feci ümitsizlik onun arif ruhunu kararttı. Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, tekâpucu, hesapçı bir zahit gibi büktü. Gözlerinden, haricî âlemin hayalini kaplayan aşk dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi, ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna yalvarmaya başladı:

      “Allah’ım, bana merhamet et.” dedi. “Açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir ‘binecek şey’ gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.”

      Sonra, sürüklenerek, kurumuş çeşmenin başındaki çınarların gölgesine gitti:

      “At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey… Bir topal eşek olsun Allah’ım! Merhamet, merhamet…” diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah’a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:

      “Allah’ım, benim vücudumu yarattın. Onu ıstıraplarından da sen kurtar! Sana yalvarıyorum, mutlaka bana ‘binecek bir şey’ göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen… Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, adem kulağındır. İşit, hem bil ki, bana bir ‘binecek’ göndermezsen, buradan bir yere kımıldamayacağım, gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. ‘Binecek’ göndermezsen, Allah’ım, bu yokuşu katiyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim…”

      Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyla mağrurlaşarak, sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir “binecek” gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah’ın en birinci vazifesiydi.

      Zavallı Derviş Hasan, açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki… Hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeye başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler, mermer havuzlara nefti gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, sümbüller, güller; sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler, mahbuplar… Bütün bunların ortasında esirden yaratılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı, beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan, bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylana doğru yürüyor, binmeye çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler onu koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylan birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki… Mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu.

***

      Gözünü açınca iri bir Yürük’ün, başında, zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü:

      “Kalk bakalım, derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?”

      “Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.”

      Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyla gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde, yüklü, yüksüz birçok at, katır duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah, istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile…

      Yürük’e sordu:

      “Nereye gidiyorsunuz, evlat?”

      “Kazdağı’na.”

      “Ben de oraya…”

      Hiç şüphesiz, bu Yürükler, kendine bir at verirlerdi. Başında sırıtarak, dikilen Yürük’e baktı. Döndü, tekrar çeşmenin başına baktı. Boş semerli birçok hayvan vardı. Tam ağzını açacağı vakit Yürük dedi ki:

      “Derviş baba, bize bir yardım edeceksin.”

      “Ne gibi?…”

      “Şuracıkta, kısraklarımızın biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel sevabına, şu tayı kucağına al da, yokuşun başına kadar çıkarıver.”

      Derviş Hasan, gözlerini fal taşı gibi açtı:

      “Ne?” diye haykırdı.

      Yürük:

      “Ağır değil, yeni doğdu. Beş, altı okka ya gelir ya gelmez.” dedi. “Hem yokuşun başına kadar… Haydi, sevabına…”

      “Ben sevap filan istemem.”

      “Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslümanız, yapma, din kardeşlerine acı…”

      Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan, geldiği ciheti göstererek:

      “Ben Kazdağı’na gitmiyorum. Yolum bu taraf.” dedi.

      Ama Yürük laf anlayacağa benzemiyordu:

      “Zararı yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.” dedi.

      Derviş Hasan, hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, Müslümana, din kardeşlerine sövmeye başladı. Yürük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değillerdi. Derviş Hasan’ın başına üşüştüler; tekme tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine katlılar. Derviş Hasan, sırtına, beline, oyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersem, hatta “Eyvallah” bile diyemeyerek, nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak “binecek şey”in ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah’ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında “Gönderdiğim bineceği beğendin mi?” diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan, sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple

Скачать книгу