Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı. Ahmet Cevdet Paşa

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı - Ahmet Cevdet Paşa страница 12

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Peygamberler Tarihi ve Hz. Muhammed’in Hayatı - Ahmet Cevdet Paşa

Скачать книгу

iki ve eski başşehir, birbirini kıskandı. Bu yüzden Roma devleti ikiye ayrıldığı gibi, mezhepçe de Hristiyanlar ikiye bölündü.

      Bir kısmı “rimpapa”ya, yani Roma piskoposuna bağlandılar. Bunlara “Katolik” denildi. Bir kısmı İstanbul patriğine bağlandılar. Bunlara da “Ortodoks” denildi. Sonraları birbirine aykırı birçok mezhep ortaya çıktı. Hristiyanlık tamamen aslından uzaklaştırıldı.

      Hâlbuki diyanetteki asıl gaye, şirkten yani Allah’a ortak koşmaktan sakınmak olduğundan, Hristiyanlar şirk koşanlara mahsus olan putlardan son derece kaçınırlarken, sonradan Hristiyan ibadethanelerine resimler asıldı. Kiliseler bayağı şirk koşanların tapınaklarına benzetildi.

      Öteki milletler ise Allah’ı tanımazlar, O’na ortak koşarlardı. Hayli zaman peygamber de gelmedi. Uzun bir süre peygambersiz geçti. Bütün dünya sapıklıkta kaldı.

      Romalılar bütün Avrupa kıtasını ele geçirdikten başka, Anadolu, Mısır, Şam ve Irak’ı dahi aldılar. O çağlarda Romalılar diğer milletlere göre daha medenilerse de ahlaksızlığa düşkün, sefahat ve işrete dalmış olduklarından, vardıkları yerlerde medeniyetle beraber pek fena âdetler bıraktılar. Bu yüzden birçok millet ve kavmin ahlakı bozuldu. Bereket versin ki Romalılar, Arap Yarımadası’nı ele geçiremediler. Kendilerinin çirkin huyları ve fena âdetlerini Araplara bulaştıramadılar.

      Fakat Arap kabileleri de çöllerde, tamamen göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Kendilerini cahillik kaplamıştı. Kimi Hristiyanlığa, kimi Yahudiliğe meyletmişti. Bir takımı da tırnak kesmek, boy abdesti almak ve sünnet olmak gibi, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (a.s.)’ın dinlerinden kalma hükümlerle amel etmekteydiler. Yine bir kısmı da puta tapar olmuşlardı. Her sene hac mevsiminde Arap kabilelerinden pek çok kimse Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret ederken, bir taraftan da Kabe’deki putlara taparlardı.

      Kısacası o çağlarda dünya pek karanlık ve karışık bir duruma gelmiş ve düzelmesi için de bir peygamberin gönderilmesi gereği hasıl olmuştu.

      İKİNCİ BÖLÜM

      HAZRETI MUHAMMED (S.A.V.)

      Hâtemül-Enbiyâ Muhammed Mustafa (s.a.v.) Hazretleri’nin Doğumundan Önce Meydana Gelen Harikulade Olaylar

      Ahir zamanda, Arap bölgesinde İsmail (a.s.)’ın soyundan “Son Peygamber”in geleceği, daha önceki peygamberlere gönderilen kitaplarda da yazılıydı. Geçmiş peygamberlerden bazıları da O’nun özelliklerini belirtmiş ve tarif etmişlerdi.

      “Hâtemü’I-Enbiyâ” yani “Son Peygamber” âlemlerin övüncü ve insanoğlunun en üstünüdür. O zamanın hükmünce O’nun Arap kavminden çıkması, Allah’ın bir hikmeti, o çağın bir gereğiydi. Çünkü Araplar o zaman dünya çapına yayılmış olan fenalıklara bulaşmamış ve Romalıların çirkin âdetlerine alışmamışlardı. Arap Yarımadası’nda çöl göçebeliği sayesinde asıl yaradılışları üzere kalmışlardı. Her ne kadar Araplar, ilim ve sanattan yoksun iseler de içlerinde fesahat ve belagat, yani güzel, edebî ve dokunaklı yazma merakı artmış olduğundan pek çok şair; gayet fasih ve beliğ yazarlar ve çok güzel konuşan hatipler yetişmişti.

      Okur yazar olmadıkları hâlde gayet güzel şiir söylerler, daima düzgün ve güzel söz söylemekle övünürlerdi. Hatta Mekke yakınında “Sûk-u Ukâz” denen yerde her yıl, Arapça ayların on birincisi olan zilkade ayında büyük bir panayır kurulurdu. Her taraftan şairler, yazarlar toplanırdı. Güzel şiirler, seçkin hutbeler okunur, söz alanında yarışlar olurdu. Birinci seçilenler “aferin” alır; şiiri Kâbe duvarına asılırdı.

      Böylece Kâbe duvarına asılmış yedi kaside (bir çeşit şiir) vardı ki onlara “Muallekât-ı Seb’a (Yedi Askı)” denilir. Birincisi İmrü’l-Kays’ın kasidesi olup, en yukarı asılmış ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine kadar öylece kalmıştı.

      Kısacası şairler, hatipler; güzel şiirler, dokunaklı hitabelerle büyük halk kitlesine öğütler verirler, halk ahlakının güzelleşmesine çok gayret ederlerdi. Cahiliye zamanında Arapların edebiyatta bu derece ilerlemeleri dikkat çekecek, ibret alınacak bir özelliktir. Belki de Arap dilinin o derece yükselmesi, Allah tarafından bu dille bir kitap indirileceğine işaretti.

      Peygamberlerin babası Hz. İbrahim (a.s.)’ın, oğlu Hz. İsmail (a.s.) için dua ettiği, yüce Allah’ın da duasını kabul ederek Hz. İsmail soyundan büyük bir millet çıkaracağını müjdelediği Tevrat’ta yazılıdır.

      Hz. İbrahim’in diğer oğlu Hz. İshak (a.s.)’ın soyundan pek çok peygamber gelip geçmişti. Onların devri bitip, artık Hz. İsmail evladına sıra gelmişti. Hz. İshak soyundan gelen bunca peygambere karşılık, Hz. İsmail soyundan en Son Peygamber gelecekti.

      Araplar nesep ilmine çok kıymet verir, her kabile kendi soyunu ezberlerdi. Kabilelerin birbirine göre üstünlüğü olduğundan, her biri kız alıp verme konusunda akranını arar ve dengini gözetirdi.

      Hz. İsmail’in evladı ve torunları çoğaldı. Arap Yarımadası’nın her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları, onların içinde Mudaroğulları, onların arasında Kureyş Kabilesi, ötekilerden seçkin birer topluluktu. Kureyşliler içinde Hâşim kolu ise hepsinden çok daha fazla şeref ve fazilet sahibi idi.

      Hâşim’in babası Abdi Menâf, onun babası Kusayy, onun babası Hakim, onun babası Mürre, onun babası Kâ’b, onun babası Lüvey, onun babası Fihr, onun babası Malik, onun babası Nadir, onun babası Kenane, onun babası Huzeyme, onun babası Müdrike, onun babası İlyas, onun babası Mudar, onun babası Nizar, onun babası Maad ve onun babası Adnan’dır. Adnan da Kayzar İbni İsmail Aleyhisselam neslindendir.

      İşte Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhisselam’ın büyük ecdadı bu zatlardır ki her birinin zürriyeti çoğalmış ve her biri pek çok topluluğun reisi, nice kabile ve aşiretlerin dedesi ve babası olmuştur.

      Fakat her ne vakit birinin iki oğlu olsa yahut bir kabile iki kol olsa Hâtemü’l-Enbiyâ’nın soyu en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her çağda onun en yüksek atası kim ise yeryüzündeki ülkelerinden bilinirdi.

      Çünkü Hz. İsmail’in alnında bir nur vardı. Ülker yıldızı gibi parlardı. Bu parlaklık ona babasından kalmış, sonra evlattan evlada geçerek Adnan’a, ondan da Maad ve Nizar’a gelmişti.

      “Nizar”, Arapça “az bir şey” manasındaki “nezir”den gelir. Bu adın konmasına sebep şudur: Nizar, dünyaya gelince babası Maad, onun alnındaki parıltıyı görür görmez pek çok sevinmiş, kavmine büyük bir ziyafet verip, “Böyle oğul için bu kadar ziyafet azdır.” deyince oğlunun adı “Nizar” kalmıştır.

      Bu parıltı ise Hz. Muhammed’in nuru olup, Hz. Âdem’den beri evlattan evlada geçmiş; sonunda asıl sahibi, Son Peygamber Hz. Muhammed’de durmuştu.

      Böylece Adnanoğulları içinde, Hz. Muhammed’e ait parıltıyı taşıyan ve yansıtan bir seçkin soy çıkmıştı. Her çağda bu soydan olan şahıs kim ise yüzünün hemen anlaşılacak kadar güzel, nurlu olmasından dolayı ötekilerden ayırt edilir, hangi kabilede ise o kabile diğerlerinden üstün olurdu.

      Bundan

Скачать книгу