Acayib-i Âlem. Ахмет Мидхат

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Acayib-i Âlem - Ахмет Мидхат страница 2

Жанр:
Серия:
Издательство:
Acayib-i Âlem - Ахмет Мидхат

Скачать книгу

merdivenden sofaya çıkıldığı zaman insanın alnına gelen bir pencere üzerine resmedilen bir tuğranın Sultan Selim tuğrası olmasından anlaşılır. İhtimal ki ev daha eski olup tuğra dahi sonradan resmolunmuştur. Şu kadar ki anılan ev yapıldığı zaman pek sağlam olarak yapılmış olduğundan her ne kadar şu anki görünüşü bir eski ev olduğunu gösterir ise de çökmek ve yıkılmak üzere bulunan eski evlerden olmayıp her tarafı hâlâ pek sağlam, pek mütenasiptir.

      Ev içinde döşemeye dayamaya benzer hiçbir şey yoktur. Eğer pencerelere asılmış olan üçer arşın Amerikan bezlerine “perde” adı verilebilirse ona karışmayız. Odaların birisinde Suphi Bey’in bir karyolası bulunup üzerine âdeta mükemmel sıfatına layık bir yatak tanzim olunmuştur. Yine bu odada bir elbise dolabı vardır, içinde Suphi Bey’in kıyafetleri bulunur. Bundan başka birkaç tabak, çanak, çatal ve kaşığın karmakarışık yükletilmiş olduğu bir masa da diğer odadadır ki burasını da yemek salonu saymaya imkân varsa bizden itiraz yoktur.

      Odanın üçüncüsüne gelince: Bu odanın dört duvarına dörder tabaka raf yapılmıştır ki her bir rafın genişliği birer metre olup birbirlerinden yükseklikleri de seksen santimetredir. Bu şekilde oluşan on altı raftan yalnız kapı tarafında bulunan dört tabaka en küçük raflar üzerine beş yüz cilt kadar Arapça, Fransızca kitaplar yığılmış olup diğer üç tarafın rafları üzerinde ise o kadar numuneler vardır ki bu derecesi hemen hiçbir kimsenin numunehanesinde4 görülmemiştir. Zaten bizde numunehanelere henüz tanık olunmuş dahi değildir ya? Suphi Bey’in rafları üzerinde ise türlü türlü ağaçların kütük kesitlerinden başlayarak böcek türünden olarak iğneler ucuna saplanmış haşerata varıncaya kadar maden, bitki ve hayvan numuneleri dopdoludur. Hele İstanbul civarında bulunan her tür böcekleri, kuşları ve birçok türden bitkileri Suphi Bey bizzat toplayıp kurutmuş ve bitkilerden kurudukları zaman renklerini kaybedenleri de doğal rengine göre boyayıp sürekli denilebilecek bir şekle koymuştur.

      Şu boyama konusunun ardından haber verelim ki Suphi Bey, güzel sanatlardan ressamlığa bayağı maharetli olup numunehanesinin bir büyük kısmını teşkil eden resimler bir aralık kara kalem şeyler iken bunların sergiledikleri letafeti verecek renklerin eksik olmasını hiçbir şekilde uygun göremediğinden Beyoğlu’nda ve İstanbul tarafında en mükemmel hususi kütüphaneleri gezerek ve birçok ilim ve marifet sahibi ile görüşerek adı geçen resim ve tasvirleri bir kere doğal renklerine göre boyadıktan sonra her renk yağlı boya ile ayrı ayrı resimlerini de yapmıştır. Bundan dolayı mesela çiçek numuneleri arasında sapları üzerinde karanfiller görürsünüz ki bunları boyayıp taze hâline koyduğu gibi onun yanında el kadar bir levha üzerine kaç cins ve kaç renkli karanfil tabiatta mevcut ise hepsinin birer resmini dahi yapıp asmıştır.

      Raflardan birisi dahi bilimsel aletlere mahsus olup bunlar arasında bir adet mükemmel mikroskop ile epeyce mükemmel bir de gözlem dürbünü vardır. Hele elektrik makinesi pek küçük bir şey ise de son usul üzere yapıldığı için bayağı büyük makinelerin görecekleri işleri dahi görebilir. Bir tane hava boşaltma makinesi edinebilmek için Suphi Bey’in bir oda döşemesi satmış olduğu meşhurdur. Bu saydığımız aletler gündelik incelemeleri için en fazla lazım olan şeyler olup bunlardan başka Suphi’de gözlemlerde ve diğer hikmetli işlerde kullanılmak için birçok aletler dahi vardır.

      İkametgâhtan ikamet edeni de tanımak için ev içine ilk atfetmiş olduğumuz şu bakış yeterlidir. Zaten hikâyemizde Suphi Bey’in bu kitaplar, numuneler ve aletler içinde ne şekilde ömür geçirmiş olduğuna dair birçok bahislere girişilecektir. Dolayısıyla evinin bu şekilde intizamından başka büyük kız kardeşinin vefatıyla bir de dadısı makamında bulunan bir ihtiyar Arap cariyeyi mücavirlik5 suretiyle Hicaz’a gönderdiği zamandan, yani yedi seneden beri bu eve hısım akraba namıyla kadın erkek hiçbir kimsenin girmemiş olduğunu ve Suphi Bey’in tek başına yaşadığını haber verirsek vereceğimiz ilk bilgileri tamamlamış oluruz.

      Hicabi Efendi yukarıya çıktığı zaman Suphi Bey, kendisini bu kütüphane, numunehane ve alethane tutulan odaya aldı ve oturması için bir kırık koltuk işaret ederek dedi ki:

      “Siz benim gibi zeytin ekmek ile akşam yemeği yemeye alışmamışsınızdır. Burada öyle lokanta filan da yoktur. Bir miktar balık tedariki mümkün ise de bizim üç tavuktan ikisi beş on gündür yumurtlamakta olduklarından epeyce taze yumurta birikmiştir. Siz biraz kendinizi eğlendirmeye çalışınız. Ben de size âlâ tereyağı içinde bir yumurta pişireyim.”

      “Birader beyefendi! Eğer benim için hiçbir zahmete girmezseniz daha ziyade teşekkür ederim. Filozoflukta ben de sizden aşağı kalmam. Hiçbir şey öğrenmedim ise bari yemekten maksat lezzet almak olmayıp sağlığı korumak olduğunu öğrendim. Bu yüzden yumurtanın muhafaza edeceği sağlığı zeytin ekmek de muhafaza edebilir.”

      “Pek doğru söylediniz. Zaten bir haftadan beri yumurtaların birikmesini temin eden şey de bu düşünce değil midir? Fakat artık bugün biraz dışarıya çıkmış ve iskele bakkalında güzel tereyağı görmüş olduğumdan bu akşam canıma bir de ziyafet çekmek için bir miktar yağ alıp yumurtaların konulmuş oldukları dolaba koymuştum. Fakat zamanı yumurta pişirmek ile geçirmekten sizinle sohbet üzerinde geçirmek daha tatlı olduğundan haydi şu yumurtadan vazgeçelim de zeytin ekmeğimiz ile kanaat edelim.”

      “Bu hâl benim için daha büyük bir saygı ve ikram sayılır.”

      Suphi Beyefendi’nin bu sözlerinden anlaşılan hâl ve tavrı eğer yapmacık ve ikiyüzlüce bir şey olsa idi dünyada ondan çok alaya değer hiçbir adam düşünülemezdi bile. Ancak Suphi Bey’in bu hâli, tavrı ve konuşma şekli kendisi için o kadar tabii bir tarzda idi ki bunda yapmacığa, ikiyüzlülüğe benzer hiçbir şey görülmedikten başka hakikaten birçok seneden beri dünyadan el çekerek şöyle bilim âleminde kendi kendisine yaşamakta olduğu anlaşılırdı.

      İki ahbap karşı karşıya oturarak Hicabi Bey sigarasını yaktı ve Suphi de nargilesini tazeledi. Nargileyi sigaraya tercih etmekteki hikmet ise bir defa tazelenen nargilenin bir saatten fazla devam ederek bu yüzden oyalamasının daha fazla olmasından ibaretti.

      Başlangıç olarak dereden tepeden bazı sözler edildikten sonra Hicabi Bey dedi ki:

      “Size pek ciddi bir şey söyleyeyim mi? Şöyle kitaplar, numuneler, bilimsel aletler içinde geçirmekte bulunduğunuz ömür hakikaten gıptaya değer bir ömürdür. Âdeta tabiat âlemi içinde yaşamaktasınız.”

      “Ne dediniz? Ne dediniz? Tabiat âlemi içinde yaşamaktayım mı dediniz?”

      “Öyle ya? Şu oda içinde her ne görmekte isem hep tabiat âlemini inceleyecek şeylerden ibarettir.”

      “Bazı kadınlar görürsünüz ki şapkasının üzerine bir tavus tüyü asarlar. Böyle bir tüy asmakla o kadını tavusa sahip sayar mısınız?”

      “O ne demek?”

      “Onun ne demek olduğunu pekâlâ anladınız. Tabiat âleminden benim inceleyebildiğim şey bir tam tavusa nispetle bir tüy kadar da değildir. Ah! Cenab-ı Kadir-i Kayyum Hazretleri’nin milyonlarla, milyarlarla sayılması mümkün olamayan sanat eserlerini ve acayip yaratıklarını incelemek nerede, ben nerede!”

      Suphi’nin bu ahı hakikaten can azaltıcı idi. Öyle bir ah ki ancak âşık olanlarda görülür. Hatta bu aha Hicabi

Скачать книгу


<p>4</p>

Numunehane: Numunelik şeylerin konulduğu yer. Müze. (e.n.)

<p>5</p>

Mücavir: Yurdunu terk ederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn’de ibadetle geçiren. (e.n.)