Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 17

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan

Скачать книгу

çağırılıyordu, eline bir bel verilerek sabahtan akşama kadar adi bir ırgat gibi çalıştırılıyordu. Cismi gibi ismi de kıymetsizdi. Fakat şimdi padişah sarayında “ağa” olarak tanılıyor ve anılıyordu.

      Hüseyin bu neşe ile bütün gece uykusuz kaldı. Fakat yalnız olmadığı için neşesine öksüzlük bulaşmadı. Uzandığı yerden Kervan yıldızını seyir ile oyalandı. Bu yıldız ona Seher’in yüzüyle görünüyordu ve bir aşk tebessümü hâlinde pırıldıyordu.40

      Sabah namazına kalkan koğuşlular, yeni arkadaşlarını kendilerinden daha diri, daha şen bulmuşlardı. Çünkü bütün gece batıda ışıldayan Seher yüzlü aşk tebessümü şimdi doğuda açılıp saçılıyordu ve Hüseyin, gökyüzünde dolaşarak, kendisine arkadaşlık eden bu yıldızdan aldığı şevk ile kıvrak bir kıvılcım neşesi gösteriyordu.

      Hüseyin o gün yeni hayatına biraz daha ısındı. Hele öğleden sonra “gidiş” olacağı haberi gelmek yüzünden Enderun’da başlayan hummalı hazırlıkları seyre fırsat bulduğundan heyecanlı bir saat yaşadı.

      O devirlerde padişahların geziye çıkmalarına “gidiş” denilmekte olup bu münasebetle tantanalı merasim yapılırdı. Enderun takımı o tantananın en canlı unsurları idi. Başlarına, tepeleri eğri ve kafaya geçecek tarafı kırmızı çuhayla kaplı, üstü dört parmak sırma işlemeli ve bir karış uzunluğunda beyaz tüylü külah, sırtlarına parlak geziden yapılma entari, ayaklarına kırmızı çakşır ve sarı çizme giyen, bellerine kırmızı poşu sarınan, omuzlarına birer yeşil şal atan solaklar; gümüşten yaldızlı taslarıyla, derviş teberleri biçimindeki iki taraflı uzun kılıçlarıyla, etekleri saçaklı telli su kaftanlarıyla, mavi çakşırlarıyla, değirmi paftalı som gümüş kemerleriyle peykler; mahrut biçiminde sivri külahlı, kırmızı dolamalı, şeştari kumaştan entarili, gümüş değnekli hasekiler ve her biri başka biçimde giyinmiş olan silahtar, rikaptar, çuhadar, hazinedar ağalar, zülüflü ve zülüfsüz baltacılar, kozbekçiler, kapıcılar gidiş merasimine çeşitli bir pırıltı ve pırıltılı bir dalgalanış verirdi.

      Hüseyin Topkapı’dan Çırağan’a giden bu alayı hayran hayran seyretti. Bir gün kendinin de şu yaldız seli içinde bir parlak katre, bu canlı akış arasında görülüp sezilecek bir nokta olacağını düşünerek heyecanlandı. Sonra bir yol bularak kiler ve hazine koğuşlarında ağaların yaptıkları okçuluk temrinlerini, binicilik talimlerini, testiye nişan alma hünerlerini seyretti ve mesut bir gün geçirdiğine iman getirerek, yarın için geniş ümitler besleyerek yerine döndü.

      O gece Kervan yıldızını rüyada gördü. Yatağa girer girmez maddi ve manevi yorgunluktan gözleri kapanmıştı ve hemen rüya başlamıştı. Gökten yere süzülüp kendi yanına gelen ve bir çırpınışta Seher kıyafetine giren Kervan yıldızı boyuna konuşuyor ve boyuna çılgınlıklar yapıyordu.

      Arkadaşlarından birinin sert bir dokunmasıyla gözünü açtığı vakit bitkin bir durumdaydı, erinip gerinerek rüyasının tenine sardığı haz zincirinden kurtulmaya çalışıyordu. Hamama güçlükle gitti, mescitte güçlükle ibadetini yaptı, sofrada güçlükle midesine ilgi gösterdi ve mürebbisinin verdiği dersi güçlükle dinledi. İdraki hep gökten yatağına düşen Kervan yıldızına bağlıydı.

      Şimdi ağalık zevki, saray hayatındaki çeşitli ve haşmetli renk, yarından umduğu kademe kademe kazanç gözünden silinmişti ve bütün benliği Seher’in cazibesine kapılmıştı. Yalnız onu düşünüyor, onu özlüyor, onu istiyordu.

      Öğleye kadar böyle melul ve müştak dolaştı. Üsküdar’a geçerek Seher’in kapısını çalabilmek hülyasıyla köşeden köşeye süründü, izin alabilmek için çareler aradı ve bir şeye karar veremeyince kuytu bir noktaya çekilip ağlamaya koyuldu.

      Artık solaklara, peyklere, hasekilere, kapıcılara, rikap ağalarına imrenmiyordu. Dün el değdirmekten iğrendiği bahçıvan beli, şimdi kendine bu saray adamlarının taşıdıkları gümüş değneklerden, zarif kılıçlardan çok daha cazip ve tatlı görünüyordu. Enderun’da salına salına gezmektense Gülhane’de terleye terleye toprak bellemeyi nimet telakki ediyordu. Çünkü o beli bırakıp Seher’in eşiğine koşmak mümkündü, Enderun’dan çıkmak müşküldü.

      Hüseyin, marazi bir teheyyüçten başka bir şey olmayan bu sinir bozukluğu içinde uzun bir müddet uğundu, bol bol gözyaşı döktü ve bir seferlinin “Hüseyin Ağa, Hüseyin Ağa, seni Çırağan’dan istiyorlar!” diye bağırdığını duyuncaya kadar kapandığı köşede münzevi kaldı.

      Verilen haber doğruydu. Çırağan Kasrı’ndan gelen bir baltacı, Hüseyin’in hemen kendine katılarak oraya gönderilmesini söylemişti. Delikanlı, bu davetin huzurda şarkı söyletilmek için yapıldığına zahip olduğundan ilkin somurttu. Çünkü terennüm için yüreğinde küçük bir istek yoktu. Şen şen bağırmak değil, bağıra bağıra ağlamak ihtiyacı duyuyordu. Lakin padişahın önünde üç beş şarkı okuduktan sonra Üsküdar’a geçmek için izin koparabileceğini düşününce somurtkanlığı geçti, çarçabuk hazırlandı, baltacının yanına katılıp yola düzüldü.

      Fakat Çırağan’da hünkârın huzuruna çıkarılmadı, Başçuhadar Ömer Ağa’nın yanına götürüldü. Sert saraylı üç gece evveline nispetle daha hoyrat görünüyordu, dudakları -kirli bir kin vesikası gibi, sırıtan deve dudaklarını andırır şekilde- sarkıktı. Hüseyin’i görür görmez çöktüğü yerden yamrı yumru bedeninin nispetsizliklerle dolu eğri büğrülüğünü çalkalandıra çalkalandıra kalkmaya çalışan bir deve gibi uzanıp kısıldı, kısalıp uzandı, sonra boynunu gerdi, böğürdü:

      “Bre düztaban, beğendin mi başımıza açtığın işi?”

      Delikanlı bön bön baktı, garip garip yutkundu ve sustu. Şu deve dudaklı, deve bakışlı ve deve sesli adamın böğürüşünden bir mana çıkaramamış, hakiki bir sersemliğe kapılmıştı. Ömer Ağa, üzerine yayıldığı minderde gene kıvrılıp yayılarak ve yayılıp kıvrılarak böğürmekte devam etti:

      “Başı kesilecek horozlar gibi gece yarısı ciyak ciyak ötersin, şevketlu hünkâra sesini acındırırsın, saray kanunlarını bozdurup kendini Enderun’a kapılandırırsın. Bizi de derde sokarsın.”

      Ve birden sesini yükseltti:

      “Enderun ayaktakımı yeri değil. Oraya soyu sopu belli olanlar, kişizadeler girer. Sen dağdan inip o güzel bağa sokuldun. Ocaklıyı homurdattın. Şevketlu hünkâr senin bir pul etmeyen hatırın için kullarını gücendirecek değil a. İşte ferman buyurdu, pabucunu eline veriyoruz.”

      Hüseyin yabancı bir dille konuştuğunu sandığı başçuhadarın yüzüne bakmakta ve yutkunmakta devam ediyordu. Herif, yersiz ve sebepsiz kinini doya doya tükürdüğüne kanaat getirdiği için şimdi hain bir neşe sezdiriyordu, böğürmeyi bırakarak sükûnetle konuşmaya başlamıştı. Onun, tatmin olunmuş bir hıncın hazzını sezdire sezdire anlattığına göre, yeniçeri ustaları bir bahçıvan yamağının Enderun’a alınmasını kanuna aykırı gördüklerinden padişah nezdinde teşebbüsler yapmışlar ve bu hatanın düzeltilmesini iştemişlermiş. Padişah da ocaklı kullarının dileklerini reddetmeyi şanına layık görmeyerek Hüseyin’in Enderun’dan çıkarılmasını emretmiş imiş!

      Başçuhadar

Скачать книгу


<p>40</p>

Arapların Zühre, Acemlerin Nahid dedikleri yıldız. Biz Türkler Çoban veya Kervan yıldızı deriz. Malum olduğu üzere bu yıldız güneş manzumesinin ikinci seyyaresidir, aşağı yukarı bizim küremiz kadar büyüktür ve onunla güneş arasında bulunduğu için bazen batı, bazen de doğu tarafında görünür. (e.n.)