Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 19

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan

Скачать книгу

saatte olsunlar neyse bu adamlar da odur, hatta daha uğursuzdur. Çünkü dinleri yoktur. Sırtlarını ocağa dayayıp eşkıyalığa çıkmışlardır. Kestikleri kestik, kırdıkları kırdık. Önlerinde vezirler boyun kırar, padişahlar susar. Sen de sık dokuyup ince eleme. Dilini kıs. Belki çarpılırsın.”

      Hüseyin merakına meclup ve mağlup olarak yalvardı:

      “Nerede bu Ömer’in kahvesi?”

      “Irgat pazarında. Eğer başına bir çorap ördürtmek istiyorsan durma, oraya git!”

      Yeniçeriler hakkında derin bir nefret taşıdığı şu sözlerden anlaşılan adamın ayrılmasıyla beraber Hüseyin yatağını sırtladı, Irgat pazarına doğru yollandı. Ocaklının kendisine kaybettirdiği saadeti gene onlara iade ettirmek emeline kapılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, yeniçeri eşbehleriyle temasa geçmek, dert yanıp kendisini acındırmak ve bu suretle yeniden saraya girip ağa olmak azmindeydi. Çünkü Seher’e yaklaşmak, Seher’e görünmek, Seher’e nefsini beğendirmek için başka bir yol bulamıyordu.

      Kahvenin önü kalabalıktı. Tornacı Ömer -kendi şahsına müstesna bir saygı gösterilmiş yahut ocak tesanüdü bir kere daha tebarüz ettirilmiş olmak için- her orta namına bir neferin iştirakiyle ve bizzat Hacı Bektaş’mış gibi ocaklıyı nefesine bağlayan Haydar Baba’nın ve ünlü dedelerden Kıncı ile Hüseyin’in huzuruyla kurulan alayı -yanında Nakilci ve Karakulak Bekir olduğu hâlde- yüz adım ileride karşılamış, babalarla orta mümessillerinin ad sahibi olanları, alaya genç bir sima çizmiş olan delikanlıları içeri alarak geri kalanları sokak ortasında baklava sinileri etrafına oturtmuştu. Etraftaki hanların pencerelerinden, mescitlerin minarelerinden yüzlerce baş caddeye eğilerek, küme küme insan köşe başlarına sığınarak bir kahve ocağının bir hükûmet dairesi hâline geçmesi için yapılan şu tagallüp merasimini seyrediyordu.

      Hüseyin -sırtındaki yükün uçlarını yerlere süre süre- kalabalığın sınırına yaklaştı, iri bir baklava dilimini büzük parmakları arasında muvazenelendirdikten sonra -gözlerini bol bir işitiha içinde süzerek-yutmaya hazırlanan bir yeniçerinin yanına sokuldu.

      “Ağa!” dedi. “Nakilci kande ola?”

      Kolunda 41’inci orta nişanı olan makas resmi görünen yeniçeri sert sert baktı, ısırır gibi homurdandı:

      “Onunla kazanı şerif dibinde çorba mı içtin, yoksa omuz omuza yürüyüp serdengeçtilik mi yaptın?.. Adını teklifsiz andığına bakılırsa Nakilci’ye el öptürmüş bir yiğit olacaksın. Bari kim olduğunu açığa vur da biz de karşında boyun kıralım.”

      Ve birden gözlerini fal taşı gibi açtı, haykırdı:

      “İşte bak, hırlayışına bak. Ulan sen ne yürekle Nakilci Ağa’yı uşağınmış gibi salt adı ile sorarsın! Yoksa ağzını mı yırttırmak istersin?”

      Hüseyin renkten renge girip yükünün altında soğuk soğuk ter dökerken kolunda taşıdığı bir servi ve iki zürafa resminden 58’inci ortalı olduğu anlaşılan gür kaşlı, pos bıyıklı bir başka yeniçeri arkadaşının omuzuna elini koydu:

      “Celallenme!” dedi. “Bu bir peçesiz civelek44 olacak. Belki Nakilci Ağa’yla dosttur. Yol verelim de kahveye girsin, oradaki canlara can katsın…”

      Hüseyin, kendini himaye eder gibi görünen şu müdahalenin nasıl çirkin bir ima taşıdığını kestirememekle beraber baklava sinileri arasından geçti, kahvenin eşiğine vardı, yükünü yere koyup içeri girdi. İlk mangayı aşmış olmak yüzünden daha ileride bir engele tesadüf etmemiş ve hedefine kadar ulaşmıştı.

      Kahvede yirmi otuz kişilik bir cemaat vardı. Haydar Baba bu kümenin kalbi gibi ortada oturuyordu. Kıncı ile Hüseyin Baba onun sağında ve solunda yer almışlardı. Mahut delikanlılar, yarım bir halka hâlinde babaların arkasında sıralanmışlardı. Ağalar, kapıya doğru birer mevki işgal ediyorlardı.

      Hüseyin’in sellemehüsselam içeri girmesi üzerine bütün gözler onun üzerine çevrildi ve ilk soruyu Haydar Baba yaptı:

      “Ne o oğul, yol mu şaşırdın?”

      Delikanlı, bir köy odasında veya herhangi bir mecliste küçüklerden büyüklere karşı yapılan muameleyi hatırlayarak süklüm püklüm yürüdü, babalarla ağaların ayrı ayrı ellerini öptü:

      “Nakilci Ağa’yı görmek dilerim. Kendisine dert yanacağım.”

      Haydar Baba sakalını parmaklarıyla tarakladı, kötü kötü güldü, çirkin çirkin mırıldandı:

      “Yanacak mısın, yakacak mısın? Açık söyle can!”

      Ve Hüseyin’in yüzü allaşıp morlaşırken Nakilci Mustafa’ya yüzünü çevirdi:

      “Kendi gelen kurban uğrunda yüz can tığlansa revadır. Kadrini bil de sıkı tut. Kem gözden koru.”45

      Nakilci, çam azmanı tabirini endamında canlandıran heybetli bir adamdı. O günkü rasime şerefine resmî giyinmişti. Başında çorbacılara mahsus kırmızı renkte değirmi bir kalafat vardı. Arkasına kırmızı çuhadan uzun kollu bir cübbe, altına kızıl entari ve kızıl şalvar giymişti. Fakat silah bakımından resmî çerçeveyi aştığı görülüyordu. Belinde çifte piştov, koca bir pala ve elinde de yaman bir şeşper bulunuyordu.

      Meçhul gencin kendi adını vererek içeri girmesi üzerine ilkin belinler gibi olmuştu. Çoluk çocuğun -hele laubali tavırlarla- şahsına alaka göstermelerini saygısızlık telakki ediyordu. Onun kanaatine göre fili fil, kaplanı kaplan arayabilirdi. Örümceklerin aslan yuvalarında görünmesi, o yuva sahibi için şerefsizlikti.

      Fakat toy delikanlının babalara yaklaşıp el öpmesini seyrederken ince bir nokta gözünden kaçmadı. Genç adam, ananeye ve usule göre avucun içini öpecek yerde “ham ervah” gibi elin dış tarafını öpüyordu. Onun, kendisini ve öbür ağaları selamlaması da tam başıbozukvari idi. Çünkü ocaklılar ve ocaklıyla temas etmek isteyenler kollarını kavuşturarak, başlarını vücutlarının göbekten yukarı kısmıyla beraber eğerek selam verirlerdi. Hâlbuki şu nidüğü belirsiz delikanlı bayramlarda büyüklerin elini öpen çocuklar gibi davranmıştı.

      Nakilci, bu hâllerden onun ne sofa tezkeresi almış ne de ikrar vermiş olduğunu anladı.46 Bu sebeple edebe riayetsizliğini mazur gördü. Fakat kendisini böyle bir sekinetli hükme sürükleyen hakiki sebep delikanlının toyluğundan, tekke ve ocak merasimine vukufsuzluğundan ziyade güzelliğiydi. Nakilci Mustafa, büyücek düğünlerde nakil yahut nahil denilen süslü mumları yapmakla geçinir bir adamken bileğindeki ve yüreğindeki peklik yüzünden Yeniçeri Ocağı’nda seçkinleşmiş, o günün en ünlü şahsiyetleri arasında yer almıştı. Şimdi mum yapmıyor, mum satmıyordu. Para toplamak, zevk sürmek hırsıyla, hanumanlar söndürüyordu.

      O, yalnız cesur değildi. Şeytana ters külah giydirecek kadar da zeki idi. Esnaf loncasından ocağa geçerken ve ocak kuvvetiyle İstanbul’u haraca keserken Bektaşiliğe candan bağlanmayı da gerekli görmüştü. Gerçi yeniçerilerin

Скачать книгу


<p>44</p>

Tüysüz, bıyıksız yeniçerilere civelek derlerdi ki, aşağı yukarı yaver demektir. Bunlar külahlarının üstüne çaprazvari sarık sararlardı, arkalarına kırmızı salta, bacaklarına mavi şalvar, ayaklarına kırmızı yemeni giyerlerdi. Bellerine madenî kemer bağlarlardı. Civelekler ocak mutfağında çalıştırılır ve sokağa çıkışlarında -taarruza uğramamak için-yüzlerine peçe örterlerdi. Ocağın tefessüh devresinde kabadayı ağaların her biri, üç beş civelek istihdam etmeye başlamıştı. (y.n.)

<p>45</p>

Bektaşiler kurban kesmeye tığlamak derlerdi. (y.n.)

<p>46</p>

Yeniçeriliğe intisap edenlere sofa tezkeresi adı verilen bir vesika verilirdi. Bektaşi tarikatına girmek için yapılan ilk ayine de ikrar vermek denilirdi. İleride bu merasimi de anlatacağız. (y.n.)