Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 23

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan

Скачать книгу

idraki, duyguyu, zevki ve her şeyi teşviş eder.56 Saray böyle bir şurişin -tabir caizse- mahşeriydi. Yetmiş iki buçuk milletin kanı o mahşerde damardan damara geçiyordu ve bu vaziyet cehlin karanlığı içinde tekevvün ettiği için tereddi, tefessüh, taaffün57 en koyu bir renk alıyordu.

      Yeniçerilikteki kan bozukluğu ise maddi tesalüpler yüzünden değil, birbirleriyle telifi mümkün olmayan çeşit çeşit kanların bir mecrada akıp gitmeye başlamasından ileri geliyordu. İlk devirlerde ocak, genç damarların taşıdığı hayat cevherini bir renge boyayan makine rolünü oynuyordu. Kuvvetli bir terbiye ve bilhassa kuvvetli bir disiplin düşünceleri, duyguları, ülküleri birleştiriyordu. Sonra o terbiye ve o disiplin ortadan kalktı, yerine ayrı düşünceler, ayrı duygular, ayrı ülküler besleyen bir kan kalabalığı geldi. Bu vaziyette amir, menfaatti ve ocaklılar ancak menfaat kaygısıyla birbirlerine bağlanıyordu.

      İşte ocağı küstah, sarayı miskin ve korkak yapan hakiki sebep. Şu hâlde Nakilci’nin yeniçeriliği kazancına alet yapması, küçük mikyasta bir saray kurup orada şahane yaşaması tabii görülmelidir. Onun nefsinden başka mabudu, zevkinden başka mescudu yoktu. Yalnız şahsına saygı besliyordu. Bunda kendisini mazur da görmek icap eder. Çünkü nefsinden başkasına hürmet göstermek için sebep göremiyordu. Padişah, amcasının parçalanmış cesedine basarak tahta çıkmış ve biraz sonra o tahtın temelini kardeş kanıyla sağlamlaştırmak zorunda kalmıştı.58 Memleketin her yanı kan ve ateş içindeydi. Fakat padişah kendi âleminde har vurup harman savuruyordu, hemen her ay bir çocuk dünyaya getirterek sülalesini genişletiyordu. Onun ne harbe gittiği ne bir isyanı bastırmaya koştuğu vardı. Kullandığı vezirler, yüz verdiği hocalar da günlerini iyi geçirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.

      Padişah kellesi düşürmeye alışkın bir ocakta seçkinleşen, zekâsına ve palasına güvenen bir adam için böyle bir durumda saraya saygı gösterip eski devirlerin vazifeye âşık, mesleğine sadık ve ulufesine kani ustaları gibi yaşaması elbette akılsızlıktı.

      Nakilci ahmak olmadı, ahmak görünmedi, kuru hükümlere kulak asmadı, kuvvetini verimli biçime sokmaktan geri kalmadı.

      O, nasıl yaşadığını kısa bir lahza içinde Hüseyin’e de hissettirdi, delikanlıyı o devre göre en parlak şekilde süslenmiş, büyücek bir odaya soktuktan sonra hareme geçti, elbisesini değiştirerek sade bir entari ve kısa kollu bir haydari ile geri geldi, çarçabuk kurulmuş olan mükellef sofranın başına geçti.

      “Di gel can!” dedi. “Yanıma otur. Nakilci’nin ne çeşit eğlendiğini gör!”

      Çifte çifte uşaklar tepeden tırnağa göz ve kulak kesilerek onun vereceği işaretleri bekliyorlardı. Hovarda zorba kimini bir göz kırpışıyla, kimini bir parmak şıkırdatışıyla harekete geçirdi, üç beş dakika içinde karşısına bir saz takımı sıraladı, etrafına bir köçek heyeti topladı ve her şey hazırlandıktan sonra, ilk emri gene Hüseyin’e verdi:

      “Kızıl suyu kevser et can. Elin nur olsun.”

      Ömründe şarabın ne çeşit şey olduğunu sınamamış olan Hüseyin, bu emir üzerine kalktı, bir bardak doldurarak Nakilci’ye uzattı. O, kadehi ayağından tutan ve öyle sunan delikanlının işret işinde de pek toy olduğunu anlayarak gülümsüyordu. Koca bardağı iri pençesinin içine kapadıktan, bir elini yüreğine doğru koyarak boyun kırdıktan sonra duraladı:

      “Beraber içelim.” dedi. “Zevk bundadır.”

      Hüseyin, biraz kızardı ve kekeledi:

      “Ben bunun tadını bilmem. İznin olursa gene bilmeyeyim.”

      Nakilci tek bir kelime söyledi:

      “İç!”

      Fakat bu bir kelime değil, bir gülleydi. Dudaktan değil, top ağzından çıkmış gibi korkunç bir tınnetle saf delikanlının idraki ve iradesi üzerinde gürlemişti. Zavallı, beht59 içinde ve garip bir durumda yutkunup duruyordu, ikinci gülle o hayreti de tarumar etti. Hüseyin’in eli şuursuz bir hareketle sürahiyi yakaladı, gene şuursuz bir tehalükle kadehi doldurdu ve ağzına götürdü. Somurtkanlığını muhafaza eden Nakilci, onun bu şaşkın tutumunu geniş bir tebessümle alkışladı.

      “Kadehleri…” dedi. “Değiştirecektik. Karşılıklı içecektik. Sabırsızlandın, yolsuzluk ettin. Bir dahi böyle etme, yavaş davran!”

      Hüseyin ne miskin ne korkaktı. Eskilerin harp ehli, darp ehli dedikleri soydan olmamasına, dövüşme ve vuruşma terbiyesi almış bulunmamasına rağmen, bileği kuvvetli, yüreği kuvvetli bir gençti. Fakat kanına düşen aşk kıvılcımı ona bir yandan feveran, bir yandan durgunluk veriyordu. Seher’i düşündükçe benliğinde ateşli bir tuğyan husule geldiği hâlde, ona taalluk etmeyen şeylere karşı -tabir caizse- daimî bir rükudet60 duyuyordu. Aynı zamanda henüz şuurlanmamış bir izzetinefis sahibi idi. Sövülmekten, dövülmekten son derece çekiniyordu. Kendi kuvvetini denememişti. Bu sebeple bakışlarının kuvvetini gözünde büyültüyor ve bizzat taşıdığı kuvvete itimatsızlık gösteriyordu. Onu -şu tereddütlü, şüpheli durumuyla-henüz uçma ve ava atılma tecrübesi yapmamış bir kartal yavrusuna benzetmek mümkündü. Kanadı, pençesi ve gagası vardı. Lakin bunları kullanmamıştı ve kullanmak için rehbere muhtaçtı.

      İşte bu toyluk kendisini Nakilci’nin önünde sessiz ve hareketsiz bırakıyordu. Korkunç zorbanın hançer gibi keskin bakışları, sert konuşması, müsellah bir kalabalığa dayanan çalımı, şahsen de silaha bürünmüş bulunması bu sessizliğe ayrıca amil oluyordu.

      Bununla beraber Seher’e kavuşmak için, Nakilci’den yardım beklemese ve Seher’e layık olmak imkânını o yardıma bağlı görmese saf delikanlının şu tahakkümlerden bir mert hamle ile sıyrılıvereceğine şüphe yoktu. Lakin Seher’i düşünmekten kurtulamadığı için iradesine sahip olamıyordu, ruhi bir beht içinde yuvarlanıp gidiyordu.

      Nakilci, gerçekten zarif elbiselere sardığı köçeklerden her birini sofra başına çağırarak Hüseyin’e şarap verdirdi ve buna mukabil Hüseyin’i de kendine şarap sunmak hizmetinde kullandı. Fasılasız içiriyor ve içiyordu. Bundan ötürü çabuk sarhoşlandı, başından terliğini attı, sırtından haydariyi fırlattı, göğsünde açılmadık düğme bırakmadı ve narayı bastı: “Saz başlasın, köçekler oynasın!”

      Şimdi, yaman bir curcuna yüz göstermişti. Ağayı memnun etmek için mızraplar telaş gösteriyor, yaylar uzanıp çekiliyor, teller gerilip esniyor, tefler çırpınıp dövünüyor, köçekler açılıp saçılıyordu. Nakilci ne tizden peste, pestten tize koşan saz takımının feryadına ne gümüş topukları yelpazeleyen renk renk eteklilerin yarattığı kavsikuzahlara61 ilgi gösteriyordu. Bir çift karabulutu andıran gözleri beyaz bir ufukta, Hüseyin’in yüzünde geziniyordu.

      Delikanlı, kendi yaşında gençlerin yırtmaçlı entariler içinde şişkin eteklerini aça aça çılgın rüzgârlara tutulmuş yapraklar gibi fırıl fırıl dönmelerini hayretle seyrediyordu ve bu dönüş sırasında uçuşan kâküllerde, seyyal bir tebessüm zehabı uyandırarak açılıp kapanan

Скачать книгу


<p>56</p>

Teşviş etmek: Karıştırmak, karmakarışık etmek, bulandırma. (e.n.)

<p>57</p>

Taaffün: Kokuşma. (e.n.)

<p>58</p>

İkinci Mahmut’un tahta çıkışı, malum olduğu üzere, tesadüfidir. Alemdar Mustafa Paşa, tahttan indirilmiş olan Üçüncü Selim’i gene padişah yapmak istiyordu ve bu maksatla saraya girmişti. O sırada tahtı işgal eden Dördüncü Mustafa, mahpus tutulan Selim’i öldürttü. Veliaht Mahmut’u da öldürtecekti. Muvaffak olamadı ve Mahmut, Alemdar’ın emriyle tahta çıktı. Pek az bir zaman sonra yeniçeriler Alemdar’ı intihara mecbur edip de saraya saldırınca Mahmut, bir dolaba saklanmış olan kardeşi Mustafa’yı yakalattı, anasının gözü önünde yorgan ipiyle boğdurttu. Yoksa yeniçeriler onu atıp yerine gene Mustafa’yı çıkaracaklardı. (y.n.)

<p>59</p>

Beht: Şaşkınlık. (e.n.)

<p>60</p>

Rükudet: Durgunluk, durulma. (e.n.)

<p>61</p>

Kavsikuzah: Gökkuşağı. (e.n.)