Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan страница 22

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı- - M. Turhan Tan

Скачать книгу

onu kurban vereceğim.”

      “Ayıp olmaz mı?”

      “Bizden olduğu anlaşılmaz ki ayıp olsun.”

      Ve zeki bir tebessümle ilave etti:

      “Gülhaneli Hüseyin’i saraydan çıkartmakla hünkârı gücendirdik. Haydar Baba’yı kurban vermekle onu sevindirmiş oluruz. Teraziyi denk tutmak, işimizi tartılı yürütmek için de böyle yapmak münasiptir.”

      Tornacı Ömer, başlı başına bir beliye53 olmakla beraber, Nakilci’ye nispetle ikinci derecede sayılan zorbalardandı. Birçok işlerde ondan öğüt alırdı, onun emriyle hareket ederdi. Bu sebeple itiraz etmedi, münakaşaya girişmedi, kulağını ustanın ağzına vererek talimatını dinledi. Nakilci susunca ocaklıvari bir reverans yaptı:

      “Başüstüne yoldaşım. Şimdi giderim, dediğini yaparım.”

      Nakilci, Hüseyin’e göz koyan Haydar Baba’nın gözlerine toprak doldurmak çaresini bulmaktan doğma hazla sinirlerini yatıştırdığından gene eski durumuna büründü, Tornacı Ömer’e veda etti:

      “Neredeyse gün batacak. Artık ayrılalım. Canımız sağ kalırsa yarın görüşürüz.”

      Ve Gülhaneli Hüseyin’e de yeni hayatın ilk merhalesini gösterdi:

      “Haydi can, evimize gidelim.”

      Evimiz?.. Bu kelime Hüseyin’e ilkin manasız görünmüştü, yüzüne bir belinleme getirmişti. Üç beş saniye sonra o şaşkınlık geçti, idrakine açıklık geldi ve Enderun’daki koğuşla Nakilci’nin evi arasında talihinin bir mübadele yaptığını kavradı, zaruri bir tevekkülle mırıldandı:

      “Peki ağa, gidelim.”

      Saraydan onun omzuna yükletilen yatak henüz kahve kapısı dışında duruyordu. Hüseyin, saffetli bir ilgi ile eğildi, Enderun ağalığı günlerinden yadigâr kalan yükü sırtlamak istedi.

      Güvercin tarassut eden şahin gibi onu gözlerinin ışığı içinde tutan Nakilci bu hareketi görünce gülümsedi.

      “Ne o…” dedi. “Bu pılı pırtıyı bize mi götüreceksin?”

      “Evet ağa.”

      “Vazgeç çocuk, vazgeç. Bizim kulübede konuk açıkta kalmaz, içine uzanılacak döşek bulur. Kaldı ki sen konuk değilsin, evin çocuğusun. Bu paçavraları Ömer’in uşaklarına bırak.”

      Şimdi yan yana yürüyorlardı, Sultanahmet Camisi’ne doğru -Çemberlitaş karşısındaki sokaktan kıvrılarak- iniyorlardı. Arkalarında -derecelerine göre kademeli nizam alarak- bir kullukçu çavuşu, iki harbeci, iki keçeli yeniçeri, üç acemi oğlanı vardı. Bunlar, şöhretli zorbanın günlük mevkibini teşkil ediyorlardı ve onun, herhangi bir taarruza karşı korumak için, daima izinde koşarlardı.

      Hüseyin, ömründe ilk defa olarak böyle renkli bir cemiyetin arasına katılmış bulunuyordu. Onun için sık sık başını sağa, sola ve geriye çevirerek Nakilci’nin rikabında yürüyen ocaklıları gözden geçiriyordu. Delikanlının şaşkın bir meraka kapılmakta hakkı da yok değildi. Çünkü başında kahverengi astar,54 arkasında kırmızı salta ile siyah mintan, ayağında beyaz tozlukla kırmızı yemeni, belinde pirinç paftalı kemer bulunan karakullukçu çavuşu, o pirinç kemere soktuğu çifte bıçakla ve madenî levhacıklarla süslü önlüğüne asılı zillerle, çanlarla temaşasına doyulmaz bir manzara teşkil ettiği gibi, kaplan postuna bürünmüş, beline balta takıp eline de harbe almış olan mavi şalvarlı, kırmızı çizmeli harbeciler; dar şalvarlı, çifte tabancalı, bir eli değnekli ve bir eli yalın kılıçlı keçe külah yeniçeriler; tepesi sivri börk, kırmızı cübbe ve mavi şalvar giyinen gürbüz acemiler sokaklardan gelip geçenleri de yürümekten alıkoyan göz kamaştırıcı bir renk kümesiydi.

      Hüseyin, pırıldaya pırıldaya yürüyen bu alacalı mevkibin önünde bulunmaktan enikonu gurur duyuyordu. Halktan çoğunun Nakilci’yi -boyun kırmak, rükûya varmak, yere kadar eğilip temenna savurmak suretiyle- selamlamalarında kendini de yükselten bir saygı hissesi kuruntuladığından o çocukça gurur adım başına çoğalıyordu.

      Nakilci ardında yürüttüğü iri boy adamların hepsinden yüksek görünüyordu ve yaya bulunmasına rağmen alay atına binmiş bir hükümdar durumundaydı. Pek çalımlı yürüyordu, hiç konuşmuyordu. Yüzde birini bile tanımadığı adamların telaşla verdikleri selamların hepsini karşılıksız bırakan bu adamın o vecibeyi -dalgınlıkla yahut kayıtsızlıkla- yerine getirmeyen kimselere yan gözle bakışı bilhassa yamandı. O bakışı görenler, durumlarını muhafaza edemiyorlardı ve hemen telaşa düşüp kendisini -hatta uzaklaştıktan sonra- selamlamak ıstırarında kalıyorlardı.

      O, çatık bir kaşın yalın bir kılıçtan -yerine göre- daha müessir olacağını bilenlerdendi. Çünkü birinde maskeli bir kudret, öbüründe çıplak bir kuvvet belirir. İnsanlar ise kapalı kudretlerden daha çok ürkerler. Gene o, vakur bir sükûtun en beliğ konuşmalardan -yerine göre- manalı düşeceğini sınamışlardandı. İnsanlardan çoğunun o manaya değer verdiklerini biliyordu.

      Bununla beraber kalabalık yollardan uzaklaşılıp da Nakilbend semtinin ıssız sokaklarına varılınca çatık kaşlılığı ve sert somurtkanlığı bıraktı. Gülümseyen bir sesle konuşmaya başladı:

      “Oğul!” dedi. “Bizim ev burada. Kendim Nakilci olduğum için, Nakilbend’de oturmaktan haz alıyorum.”

      Ve uzun uzun anlattı:

      “Evim konak yavrusudur. On on beş odası vardır. Sıkıntı, üzüntü, ezinti büzüntü bu evin eşiğinden geçemez. Taşlıkta pabuçlarımızı bırakırken, onları da içimizden sıyırıp çıkarırız, kapı dışarı ederiz. Sonra bizim evde yobazlık da yoktur. Nasıl düşünüyorsak öyle konuşuruz. Özümüzle sözümüz birdir. İkiyüzlülük yapamayız. Ne kendimizi ne başkasını aldatmayız. Dem tutarız, saz çalarız, oynarız, oynatırız. Günahımızın hem tadına hem vebaline katlanırız. Sen de kendini buna göre hazırla. ‘Ham ervahlar’ gibi soğuk olma, alık olma, tutuk olma.”

      O sırada arkadaki acemi oğlanlardan biri yan yan geçti, açık adımla yürüdü, büyücek bir evin kapısı önünde durdu. Nakilci de Hüseyin’e o evi gösterdi.

      “İşte…” dedi. “Bizim tekke. Sen de artık postu oraya sereceksin!”

      Evin selamlık kısmına girmişler ve kölemsi bir durum taşıyan üç beş uşak tarafından karşılanmışlardı. Ocak bu evde saraylaşıyordu, ocaklı da enikonu hükümdarlaşıyordu. Orhanlar, Muratlar, Fatihler, Kanuni Süleymanlar devrinde sekiz on yara taşımak şartıyla ancak sekiz on akçe gündelik alabilen, kışla köşelerinde bir koyun postu kadar yer işgal eden eski ustalarla, İkinci Mahmut asrının bu zorba ustası arasındaki fark, o iki devri birbirinden ayıran büyüklükler ve küçüklükler kadar açıktı. Devlet küçüldükçe, ocağın nizamsızlığı genişlemiş ve büyümüş olduğundan işte, bir usta, şahinşah durumu alıyor ve nefsinde şahinşahlığa liyakat tevehhüm eden Osmanoğulları da ona boyun eğiyordu. Bu, alabildiğine miskinleşen

Скачать книгу


<p>53</p>

Beliye: Felaket, keder, tasa. (e.n.)

<p>54</p>

Astar, ocaklı kavuklarından birinin adıdır. Buna “nefer kalafatı” denir ve astar adı da verilmesinin sebebi kavuğun üstüne açık kahverenginde bir astar sarılmasıdır. Bu astar, toplu iğnelerle kavuğa tutturulurdu. (y.n.)