Hürrem Sultan. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 20

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem Sultan - M. Turhan Tan

Скачать книгу

birer top dizisi gibi yol üstünde uzanan üç yüz başı birer tebessüm sadakasıyla okşaya okşaya geçecek hünkârın kendi yanına gelir gelmez mücessem bir muhabbet, mücessem bir iltifat kesilerek dinleneceğini, bülbülleşeceğini ve sonra açık bir kucak hâline çevrilerek -yan yana durduğu- oğluyla birlikte kendisini sarıp sürükleyeceğini umuyordu. Hâlbuki hünkâr, bütün o başlar gibi kendi başına da gözünü çevirip bakmadan, oğlunu öpüp okşamadan yürümüş, geçmişti, dairesine kapanmıştı.

      Bu, bir cilve olabilirdi. Fakat Valide Sultan’la Hürrem’in hünkârla beraber yürümüş ve yine birlikte gözden kaybolmuş bulunması hadiseyi mağrur bir erkek cilvesi olmaktan çıkarıyordu, tehlike hissettiren bir mahiyete sokuyordu. Yedi buçuk aylık bir hicrandan sonra gözdesine göz ucuyla bakmayan, oğlunu okşamayan hünkârın yaman düşünceler taşıdığına şüphe yoktu.

      Mahidevran bu durumda ilkin sarardı, ardından iradesini kaybedecek kadar sendeledi, yüzlerine bakılmayan şu halayıklarla bir seviyede bulunmayı nefsine yediremeyerek bir şeyler yapmak istedi ve hemen oğlunun eline yapıştı, hünkârın izine düştü. Onu kapandığı yerde yakalamak, ihmal olunmuş vazifelerini hatırlatmak kaygısıyla hareket ediyordu. Fakat, sonunu düşünmeyerek, ittihaz edivermiş olduğu bu karar da, biraz sonra kırık bir hülyaya münkalip oldu. Çünkü padişahın dairesi önünde duran iki harem ağası, siyah birer uçurum gibi onun önüne dikilmişler ve beyaz dişlerinin ördüğü kısa bir zincirle zavallının adımlarını kösteklemişlerdi.

      “Şevketli hünkâr halvette!”

      Efendiden sonra kölelerin takındığı ağır tavır, gözdelik ve analık haklarını aramaya gelen sinirli kadını büsbütün kızdırdı ve bağırttı:

      “Ayağının tozuyla halvete girmez o. Siz çekilin, benim işime karışmayın.”

      Berikiler, aşılmaz birer siyah uçurum gibi görünmekte ısrar ettiler ve yalvardılar:

      “Titizlenmeyin sultanım, soğukkanlı olun. İçeride valide hazretleri var. Ferman dinlemeyip halveti bozarsanız gül hatırınıza toz kondurmuş, bizim de ocağımızı söndürmüş olursunuz.”

      O da ayak diredi:

      “Şehzadem babasını görmesin, mübarek elini öpmesin mi? Valide hazretleri kendi aslanını koklayıp okşarken benim aslanım baba hasreti mi çeksin?”

      Münakaşa uzayıp gitmek istidadını gösteriyordu, harem ağaları da müşkül bir mevkiye düşmek üzere bulunuyorlardı. Hünkârın halvete çekildiğini söyleyen Valide Sultan’dı. Onun emrini çiğnemek ve çiğnetmek ellerinden gelemezdi. İçeri girmek isteyen de padişahın o güne kadar göz bebeği sayılan nazlı gözdesi olup yanında şehzadesi bulunuyordu. Bu zorlu ziyaretçileri zorla geri çevirmek de çok tehlikeliydi. Ağalar, her iki tarafı bir anda korumak ve kollamak imkânını bulamadıklarından yalvarmaya germi vermişlerdi, Mahidevran’ın eteğini bırakıp elini, elini bırakıp ayağını öpüyorlardı.

      Fakat onun gözleri enikonu kararmıştı, halvet denilen âlemin esrarını yırtmak ve çiğnenmiş gördüğü haklarını elde etmek kayırışıyla ter ter tepiniyordu. Nihayet harem ağalarını mağlup etmek yolunu hatırladı ve Şehzade Mustafa’ya kalın perdeyle örtülü yaldızlı kapıyı gösterdi:

      “Gir yavrum…” ded. “İçeri gir, baban orada; koş, ayağına kapan, elini öp!”

      Çocuk bu sözlere uyacak, iki seddi aşacak ve anasının işaret ettiği hedefe ulaşacaktı. Yarının efendisine bu zavallı köleler engellik edemezlerdi. Kendisini yolundan çeviremezlerdi. O, hünkârın mukaddes varlığından bir parçaydı, dil ve el uzatılmaktan münezzehti.

      Harem ağaları, bu sebeple ince boyunlarını bükmüşler, küçük şehzadeye yol vermeye hazırlanmışlardı. Mahidevran da, her engeli devirmek kudretini taşıyan oğlunun izine basa basa halvet âleminin bağrına sokulmak için sabırsızlanıyordu. Orada nasıl karşılanacağını ve nelerle karşılaşacağını bilmemekle beraber her şeyi göze almıştı, efendisi tarafından tek bir bakışla olsun okşanmamak felaketini tamir uğrunda bütün ömrünü yıktırmaya rıza gösteriyordu.

      Fakat oğluna karşı açılacağına emniyet beslediği halvet kapısı, onu ve kendisini içeri almak için değil, belki büsbütün kapanmak için açıldı ve beslenen ümitler, eşik önünde eriyip gitti; Valide Sultan önlerine dikilmişti.

      Mahidevran, böyle bir tecelliyi hatırına getirmediği için şaşırmış, küçük şehzade ise büyükannesini görünce geri çekilmişti. Harem ağaları memnun bir eğilişle iki büklüm olmuşlardı, kendilerini muhataradan kurtaran meleği selamlıyorlardı.

      Hafsa Sultan ilkin torununun yüzünü okşadı:

      “Burada…” dedi. “İşin ne yavrum? Çağırılmadığın yere gelmek sana yakışır mı? Bir daha böyle yapma.”

      Ve sonra Mahidevran’a gözlerini dikti:

      “Aslanımı rahatsız etmeye mi geldin? Ne cüret, ne cüret?”

      Kadının bir şeyler söylemeye yeltendiğini görünce yürüdü, torununu da elinden tutup yürüttü:

      “Düş ardıma…” dedi. “Daireme gel. Orada konuşalım. Aslanım sesinizi duyarsa hâlin müşkül olur.”

      Mahidevran, bir şehzade doğurmuş bulunmakla beraber “emir kulu” olmak mevkisinden bir parmak bile yükselemediğini anladı, dilediği vakit sormadan, rızasını bile tahsile lüzum görmeden yanına gelen, gelebilen ve bütün benliğini -istediği şekilde- tasarruf eden, edebilen erkekle kendi arasında uzun mesafeler bulunduğunu gördü, gözdeliğin, şehzade analığının şu perdeyi kaldırmak, şu eşiği aşmak hakkını da kendine vermediğini idrak etti, hüngür hüngür ağlamaya koyuldu. “Her şey” sanılıp da “bir hiç” olmak kalbini, canını, ruhunu yakıyordu. Fakat vaziyeti olduğu gibi kabul etmek zaruretini de seziyordu. Ondan ötürü hıçkırıklarını savura savura Valide Sultan’ın ardına takıldı ve onun dairesine girer girmez yerlere kapanarak yalvardı:

      “Haydi o padişahtır, bir kadına değer vermez, acımaz diyelim. Sen ki kadınsın, anasın. Ne çektiğimi anlamaz mısın, bana acımaz mısın? Suçum ne? Kocadım mı, çirkinleştim mi, onu oyalayamaz mıyım?”

      Hafsa Sultan, bir mindere bağdaş kurup oturdu, torununu da yanına oturttu.

      “Deli kız…” dedi. “Saçmalıyorsun. Sana kocamış, çirkinleşmiş diyen yok. Gençsin, dinçsin, nur gibi kadın, kadıncıksın. Fakat düşüncesizsin. Padişahların bir gülle yaz geçirmeyeceklerini bilmiyorsun. Bırak aslanımı kendi hâline. Varsın, dilediği çiçeği koklasın. Burnu o çiçeğe yapışıp kalacak değil ya. Yarın canı çekerse seni de koklar!”

      Mahidevran, kapandığı yerden başını kaldırdı, yaş dolu gözlerini kolunun yeniyle sildi.

      “Ya!” dedi. “Arada güller, sümbüller de var ha, demek ki ben suyu sıkılmış limon gibi atılıyorum, şuna buna feda ediliyorum. Bunu şevketli hünkârdan ummazdım, beklemezdim.”

      Ve deli gibi sıçradı, ayağa kalktı, oğlunun kollarına yapışıp yanına çekti:

      “Aslanınıza…”

Скачать книгу