Hürrem Sultan. M. Turhan Tan

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 21

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Hürrem Sultan - M. Turhan Tan

Скачать книгу

tırnağa kadar titremiş, sendelemiş ve sonra kıpkırmızı kesilmiş olmakla beraber dişili erkekli beş altı yüz kişilik bir cemaat önünde vakarına aykırı düşecek bir iş yapmaktan korunabilmişti. O kalabalık olmasa anasını belki mühimsemeyecek, Hürrem’i çılgın bir tehalükle kucaklayıverecekti, çünkü kızı, kalbinde yaşattığı hayalden daha hoş ve cazibeli bulmuştu. İyi bakım, iyi giyim ve kuşam, Kızıl Rusya dağlarından koparılıp İstanbul Sarayı’na getirilen bu canlı goncaya bambaşka bir inkişaf, bambaşka bir olgunluk vermişe benziyordu. Saçların rengi, eskisine nazaran, iki kat parlak görünüyordu. Endam, bir bakışta sezilecek kadar tenasüp farkı taşıyordu. Evvelce yere eğili ve hırçın duran gözler şimdi munis ve mütebessimdi. Yalnız burun, yine eskisi gibi şahlanmış bir ihtiras işareti hâlindeydi, kalkıktı ve üzerinde bulunduğu çehreye çevrilen gözlerin hayretini uzaktan karşılıyordu.

      Süleyman, goncalık taravetini ve letafetini muhafaza etmekle beraber olgun bir gül cazibesi de hissettiren Hürrem’in güzellik bakımından elde ettiği terakkiyi baş döndürücü bir hayretle ve iliğine kadar işleyen bir hayranlıkla anladıktan sonra kıpkırmızı kesilen yüzünü anasının avuçlarına kapadı, kekeledi:

      “Çok teşekkür ederim valide. Elması iyi işlemişsin, pırıl pırıl etmişsin. Üçümüz bile gidelim, halvette konuşalım.”

      Onun yol boyuna dizilen renk renk başlara ve onların serdarı gibi bir durum alan Mahidevran’a iltifat etmemesi, oğlunu da öpüp okşamak şöyle dursun, hatta görmemesi işte bu sebeptendi. Hürrem’i serpilip açılmış ve gerçekten ilahileşmiş bulmasındandı. Kızın ayak sesini duydukça heyecana kapıldığı ve yirmi adım ötede bekleyen halvet âlemini düşündükçe de heyecana düştüğü için yanını, yönünü görmüyordu, göremiyordu.

      Kendi dairesinde anasıyla ve Hürrem’le yalnız kalınca ruhundaki sersemlik geçti, yerine alevli bir iştiha geldi. Küçük Rus kızını, bir cennet elması gibi dilim dilim soyarak yemek, ruhuna hazmettirmek istiyordu. Yedi buçuk ay süren meşakkatli bir perhizin vücuda getirdiği açlık, manevi ihtiyaçları kamçıladığından âşık hünkâr, homur-dayan bir kurt gibi görünüyordu.

      Fakat maddeyle mananın birbirini tamamlamak suretiyle kendisine aşılamış olduğu bu kurt ihtirasını yenmekte gecikmedi ve birden soğukkanlılığını ele aldı. Çünkü Hürrem’in parlak bakışlarında aşk yoktu. Yalnız sevinç ve biraz da gurur vardı. Süleyman, damarlarını yakan ateşe ve gözlerini bürüyen dumana rağmen bunu sezince iradesini topladı, aylardan beri taşıyageldiği düşünceye avdet etti. Şimdi, avcunun içinde gibi duran güzellik goncasını ulu orta koklamak hırsından uzaklaşmıştı, onun her yaprağına bir aşk kokusu işlemek ve bir goncadan muattar bir sevda kıvılcımı yaratmak emeline kapılmıştı.

      Valide Sultan, henüz seferber kılığını terk etmeyen, zırhı içinde demirden bir heykel gibi görünen oğlunun karışık düşünceler geçirdiğini sezdiğinden şefkatli sesiyle bir muhasebe mevzusu açtı:

      “Aslanım…” dedi. “Gazan mübarek olsun. Şanına şan kattın, fakat ben de burada az yorulmadım. Şu küçüğü adam etmek için çekmediğim zahmet kalmadı. Allah’a şükür, emeklerim boşa gitmedi, seni hoşnut olmuş gördüm.”

      Ve “Öp, aslanımın ayaklarını!” emriyle Hürrem’i secdeye kapandırdıktan sonra oğlunun zelzeleler geçirdiğini sezmeksizin sözüne devam etti:

      “Haspa çok akıllı şey. Mektuplarımda da yazıyordum ya. Bir sözü iki ettirmiyor, şıp diye belliyor. Türkçeyi benim kadar öğrendi. Okumada, yazmada ise beni fersah fersah geçti. Kaleminden kan damlıyor desem yalan değil. Neler yazmıyor, neler!”

      Hünkâr, duyan fakat anlamayan bir kulakla anasını dinliyordu. Hürrem’in ayaklarını öpmesi üzerine soğukkanlılığını yeni baştan kaybetmişti, yine aç kurt ihtirasına kapılmıştı. Ayaklarına sürünen dudakların ateşi, ta başına yükselmiş gibiydi, beynini yakıyordu. Bu sebeple yalnız kalmak, ihtirasına biraz sükûn getirmek istedi.

      “Tekrar teşekkür ederim valide…” dedi. “Gerçekten iyi bir iş işlemişsin, nurdan oya yapmışsın. İznin olursa onu bir sınayayım, neler öğrendiğini gözümle göreyim.”

      Hafsa Sultan afallar gibi oldu, bön bön oğluna baktı. Seferden gelen oğlunun üstünü değiştirmeden, yüzünü yıkamadan, karnını doyurmadan Hürrem’le baş başa kalmak isteyişini garip bulmuştu. Gerçi padişahın bu küçük kıza pek değer verdiğini biliyordu. Ondan dolayı da kendisi gece gündüz demeden Hürrem’i terbiyeye çalışmıştı. Bütün bunlara rağmen oğlunun bu kadar sabırsız davranacağına ihtimal vermiyordu.

      Kadıncağızın böyle bir ihtimale zihninde yer vermemekte hakkı vardı. Çünkü saray ananelerine göre padişahların yeni bir gözde seçmeleri hususi merasime bağlıydı. Onlar, o tâcidar hovardalar, kapı artlarında aşk yakalayan tesadüf avcısı çapkınlar gibi ulu orta hareket etmezler ve edemezlerdi. Her bayram gecesi kendilerine anaları tarafından birer halayık sunulmak âdeti o zaman henüz teessüs etmemişse de gözdeyi seçmek usulü çoktan kurulmuş bulunuyordu. Bu usule nazaran hünkâr, kalbi olmayan taze bir aşk yaratmak isteyince harem ağalarının reisine fikrini açar, o da bütün kızları hazırlayıp efendisinin yolu üstüne sıralar ve hünkâr, içlerinden kimi beğenirse onun omzuna mendilini atarak seçme rasimesini tamamlardı.

      Süleyman, bu ananeye saygı göstermiyor ve anasının sadece terbiyesini tebarüz ettirmek düşüncesiyle odaya getirdiği bir kızı yanında alıkoymak istiyordu. Fakat ne denebilirdi? Hünkâr, ananeden de üstün bir kudretti. Bu sebeple Valide Sultan, hayretini çabuk giderdi, hatta gülümsemeye çalıştı.

      “Allah…” dedi. “Safayı hatır versin. Umarım ki küçükten memnun kalacaksın!”

      İşte o sırada Mahidevran harem ağalarıyla dil kavgası yapıyordu, içeriye girmek istiyordu. Hafsa Sultan, dışarıdaki gürültüyü -hassasiyeti bir nokta üstünde toplanmış ve Hürrem’den başka bir şey görmemek mevkisine düşmüş olan- oğlundan önce duydu ve hemen perdeye koştu, vaktinde yetişmiş ve halvetin zevkine balta asılmasına engel olmuştu.

      O, hırçın hasekiyi oradan uzaklaştırmakla yine bir ananenin, bir kadınlık ananesinin hükmüne riayet göstermiş oluyordu. Çünkü kendisi Valide Sultan olmakla beraber nihayet bir kaynanaydı. Mahidevran, gözde ve haseki adını taşıyan bir gelindi ve anane, kaynananın her fırsatta gelini üzmesini emrediyordu.

      Onlar, beri yanda ve bildiğimiz şekilde karşılaşırken Süleyman da, Hürrem’in karşısına geçmişti, derin bir istiğrak içinde onu temaşa ediyordu.

      Gerçekten vecde düşmüş gibiydi, içinde yepyeni bir âlemin safha safha açıldığı ve bu âleme boyuna garip renkler, keskin ışıklar saçıldığını sanıyordu. Karşısında elpençe divan duran kız, bütün bu işleri hareketsizlik içinde yapıyor ve bu yeni âlemi örüyordu.

      Süleyman, uzun ve pek uzun bir lahza bu durumda kaldı; yeriyle, göğüyle, yıldızlarıyla, güneşleriyle, çiçekleriyle, kuşlarıyla ruhunda tekevvün eden âlemin inkişafını safha safha seyretti ve sonra harikalar kuruntulamaktan yorulmuş, bunalmış bir hayal avaresi gibi silkindi, hakikatin kucağına atılarak dinlenmek istedi, Hürrem’in iki elini avuçlarına aldı:

      “Kız…” dedi. “Sen yaman şeysin. Aslını bilmesem gökten indiğine

Скачать книгу