Billur Kalp. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Billur Kalp - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 3

Жанр:
Серия:
Издательство:
Billur Kalp - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

hâlde Türk karısının ‘partiküliye’4 ne tadı kaldı?”

      “Güya kanları bizden sıcak olurmuş… (Müşteriye dönerek) Sen bu işe ne dersin İzzet Saim Bey?”

      “Gönlümün beğendiği karı olsun da ben milliyetine hiç bakmam…”

      “Ben de kazancıma bakarım. Sattığım meyve isterse Şam fıstığı olsun, isterse Rus bademi, isterse İstanbul çileği… Ne ararlarsa dükkânımda onu bulundurmaya uğraşırım… Fakat Frenklerin Türk karılarına itibar etmeleri onların saklı gezdiklerinden dolayı idi. Onlar da bizim gibi mezada çıkıp bollandıktan sonram ehmiyetleri kalmaz.”

      Madam Zorlu, Vortik’i kolundan öteye çekerek: “Haydi gel, biz işimize bakalım.”

      İzzet Saim, kapı aralığından bir iki adım ilerleyerek: “Benden gizli mi Madam?”

      “A elbette… Zanaatıma ortak olmak niyetindesin? Türk’ün karısı şöyle böyledir ama erkeği düpedüz barbar olur. Kendisi her çeşit milletlerin karılarıyla yatar kalkar. Fakat bir gâvurun Türk hanımının koynuna girdiğini duyarsa hemen bıçağı dayanır… Haydi sen esvabını koy. Hesabını gör. Zavallı Annik iki gecedir döşekte pastırmaya döndü. Bırak ki o da biraz hava alsın… Ben sermayelerimi bir ana duygusuyla çalıştırtırım. Onların sağlıklarını düşünürüm…”

      Madam Zorlu, evinin genç simsarı Vortik’i bir odaya çeker. Kapıyı kapar…

      İzzet Saim, fırsatı ganimetten bilerek hemen giyinir. Annik’in eline iki üç kirli kâğıt sıkıştırıp onu bol öpücüklere ve tatlı sözlere boğduktan sonra evden sıvışır…

      2

      Delikanlı, pelteleşmiş bir vücut, gevşemiş sinirler ile ince damarlarına dek yorgunluk duyarak Parmakkapı’dan kendini tramvaya atar; gözleri yarı kapanık, uyuşuk, kırpışık düşünür. Genelevci ile genç tellal arasında geçen konuşma, bir düş alacalığında zihnine yerleşir: Yabancı subaylar Türk karısı istiyorlarmış… Bu sevinçli haber üzerine Genelevci ile aracısının tuzağa Türk karısı düşürmek üzere kumpas kurmak için kapalı bir odaya çekilmelerini Saim İzzet bir türlü sindiremez…

      Zihni bu kuruntu ile güreşe güreşe İstanbul’da Yusufpaşa’daki evine kapağı atar, yatağa yatar. Yorgunluk her kaygısını yener. Ertesi günün sabahına kadar deliksiz bir uyku çeker.

      Bir hafta geceli gündüzlü hovardalıktan sonra mangal altına bitkin düşen mart kızgını kediler gibi, oğlunun fahişe koynunda didim didim didinip geldiğinden haberi olmayan ihtiyar anası telaşla İzzet’in başında dört döner, “Nen var yavrum?” sorularına bu kıllı bebek, anlaşılmaz homurtulardan başka karşılık vermez. Nihayet ertesi sabah gözlerini açıp açıp tekrar yumarak koynunda Annik’i arar gibi döşeğin bir yanından öbür yanına gerine gerine yuvarlanarak güç hâlle kalkar… Kocakarıya ilk sözü şu olur:

      “Anne, paran var mı?”

      “İlahi oğlum, sen vermedikten sonra nereden olacak?”

      “Ben sana geçen günü yarım lira vermemiş miydim?”

      “İki hafta oluyor…”

      “Harcadın mı?”

      Kadın, oğluna karşı sır tutamadığını sezdirir anlamlı bir sırıtışla, “Harcadım gitti…”

      “Neye gülüyorsun?”

      “A gülüyor muyum?”

      “Haydi haydi çıkar. İhtimali yok, sen elli kuruşu birden harcayamazsın. Herhâlde yirmi kuruşunu olsun saklamışsındır. Ver bana sabahleyin kahveye çıkacağım, harçlığım yok. Yakında beyden para alacağım… Ben sana faiziyle yine veririm…”

      “Ah İzzet, ne kendin para tutarsın ne benim cebimde bir onluk bırakırsın… Beş kuruşum oldu mu saklayamam. Belli ederim. Hemen elimden alırsın.”

      Kadın gider. Dolapta bohçaların altındaki büyük bir kutu içinden, bir kitap yaprakları arasından yeni ütülenmiş gibi düzgün bir yirmi beş kuruşluk çıkarır. Saçıp savurmaması öğüdüyle oğluna verir. İzzet, parayı cebine tıkıştırarak soluğu mahalle kahvesinde alır…

      İçeri girer girmez köşeden iki ses yükselir:

      “O İzzet, neredesin be? Kayıplara, kırklara mı karıştın? Allah versin, yine dünyalık tutuyorsun galiba… Nazik vücudunu Beyoğlu genelevlerinin yaylı karyolalarında mı rahatlandırıyorsun? Böyle bir cümbüş oldu mu bize haber vermeden hemen sıvışırsın…”

      Saim İzzet, Ali Fikri ile Ahmet Necmi’nin arasına oturur. Bir çeyrek, yirmi dakika yârenlikten sonra Ali Fikri:

      “Gel İzzet, seninle yarım lirasına bir tavla atalım. Kokozluktan5 Tanrı korusun, öyle hafifledim ki uçuyorum şöyle… Cebimde Talat imzalı bir miso lira var… Merhum olduysa da kutlu adı koynumuzun en sıcak köşesinde geziyor… Ya alırsın ya verirsin…”

      Tavlayı ayarlar. Çat çut iki saat oynarlar. İş, kim verdiye kalır. Sonunda oyunu kazanan Ali Fikri gümbedek tavlayı kapayarak: “İşte bunu bu kadar bilirler…”

      Yenilen Saim İzzet, yumruklarını kulaklarına dayar, dirseklerini ileri sürer. Yorgun yorgun gerinerek: “Zardır bu oğlum. Karıya benzer. Bugün sana gülerse yarın bana döner.”

      Oyunun seyircisi Ahmet Necmi:

      “Saim İzzet, son oyunda iki açık kapıya bir gele attı. Partiyi kaybetti.”

      Arkasındaki eski hâkî ceketiyle bir asker kaçağına benzeyen, genç, yalabıkça6 fakat gayet kirli kahveci yamağı Tosun, tavlayı kavrayarak: “Oyun kimde kaldı?”

      Saim İzzet, dövüşe hazırlanan bir horoz gibi başını dikerek: “Ne yapacaksın? Gidip tebeşir çekeceksin değil mi?”

      Tosun, çağanozvari yampiri bir bakışla: “Para vermezsen elbette gidip tebeşir çekeceğim.”

      “Hani ya lokum?”

      “Getireceğim…”

      “Ha getireceksin… Kurnazlığının ben çoktan farkındayım. Söylemedikçe lokumu getirmiyorsun… Unutturabilirsen kendin yiyorsun…”

      “Bedava tavla oynuyorsun, bir de üstelik lokum mu yiyeceksin?”

      Ahmet Necmi lafa atılarak: “Haydi terbiyesizleşme… Getir lokumları…”

      Saim İzzet, birkaç lahavle ile baş sallayarak: “Bu hayvan oğlanın bir gün avurdu ortasına bir yumruk indireceğim çenesi dağılacak…”

      Lokumları getirmeye giden Tosun, yürürken ağzıyla bir carta çekerek: “Yavaş gel… Benim suratımı

Скачать книгу


<p>4</p>

Partiküliye: Particulier; hususi, özel. (e.n.)

<p>5</p>

Kokozluk: Parasız, züğürt olma durumu. (e.n.)

<p>6</p>

Yalabıkça: Yakışıklıca. (e.n.)