602. Gece. Gülsoy Murat

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу 602. Gece - Gülsoy Murat страница 4

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
602. Gece - Gülsoy Murat

Скачать книгу

artık ressam bir sanatçı olarak yapıtın içindedir, resmedilmeye değer bir konumdadır, artık basit bir zanaatkâr olmaktan fazlasıdır. Ancak Velázquez burada, modellerin görüntüsünü arkadaki aynada resmederek, onların aslında orada olduklarını söyleyerek, bu sefer de bizim kim olduğumuzu şaşırmamıza neden olur. Sonuçta poz verenler, resmedilmesi amaçlananlar yine bilindik bir açıyla izleyiciye sunulmaktadır ama bir yandan da resmedilenlerin dünyaya bakışı anlatılmaktadır. Kimi yorumculara göre aynadaki bu görüntü Velázquez’in önünde duran tuvalin üzerindeki resimden yansımaktadır. O tuvalin portre çalışmalarında Velázquez’in tercih ettiği boyutlardan çok daha büyük olduğu; dolayısıyla o tuvalde bizatihi (bizim şu anda bakmakta olduğumuz) Nedimeler resminin olduğunu söylemektedirler. O halde aynadaki yansıma da resmin içindeki aynanın içindeki kral ve karısına aittir. Yani, ressam, modellerini sonsuzca çoğaltmıştır, sonsuzluğun içinde yaşatmıştır.17 Resmin içine ayna yerleştirerek resmin içindeki dünyaya yeni ve farklı bir bakış açısı kazandırmak elbette yeni bir durum değil, Eyck’in Arnolfini Portresi buna çok güzel bir örnektir. Resmin arka planında duran bir dışbükey aynadan Arnolfini ve karısını arkadan görürüz. Ama burada sonsuzluk hissi yoktur çünkü arada bir tuval ve ressamın kendisi yoktur.

      André Gide’in mise en abyme diye adlandırdığı “romanın içinde romancının romanı yazmakta olduğunun anlatılması” gibi bir teknik, paradoksal olduğu kadar oyunsudur ve üstelik roman yazma sürecini mercek altına alır. Romanın yapımı bu yapım sürecinin anlatılmasıyla sürekli kesintiye uğrar, yapı daha kurulurken sökülür ve zaten sökülmesi de kuruluş sürecinin bir parçasıdır. Realist edebiyatın tıkanıp kaldığı noktada yeni bir sıçrama yapma umudunu taşıyan modernist yazarların oyunları ve deneyleri tarihsel olarak belli bir dönem gözden düşmüş olsa da XX. yüzyılın ikinci yarısında kendini yenilemiş olarak geri döndü. İlk dönem modernist metinler gibi anlaşılmaz da değildi artık. Tıpkı Nedimeler gibi realist bir teknikle dünyayı temsil ediyor gibi yapan bu eserlerde olay örgüsü, dil ve diğer anlatım araçları anlaşılır kalıplardaymış gibi görünüyor ancak ortaya çıkan yapıtlar yine Nedimeler’de olduğu gibi çok farklı düzlemlerde felsefi ve psikolojik açılımlar getiriyordu. XX. yüzyılın başlarındaki modernist edebiyatla daha sonraki yıllarda ortaya çıkmış olan (postmodern de denilen) deneysel edebiyat arasında kıyaslamalar yapabilmek için modernizmin nasıl algılandığına daha yakından bakmak gerekir.

      

      Arnolfini Portresi

      , Jan van Eyck, 1434 (

      Arnolfini Evliliği

      ya da

      Arnolfini ve Karısı

      diye de bilinir). Duvarda asılı duran dışbükey ayna, Arnolfini ve karısını arkadan gösterir. Bizim (izleyicinin) bulunduğumuz yerde de iki kişi vardır. Resimdeki ayrıntılar inanılmaz bir gerçekçilikle resmedilmiştir. Örneğin, dışbükey aynanın kenar süslemelerinde İsa’nın çilesini anlatan küçük resimler vardır. Aynanın üzerinde ressamın imzası duvar boyasının üzerindeki bir çatlak gibi resmedilmiştir.

      Tanpınar’ın modernist edebiyatla ilişkisini ele aldığı konuşmasının başında Orhan Pamuk “modern”, “modernlik” ve “modernizm” kavramlarından ne anladığını özetler:

      Yaşadığımız çağ kendi anlamını arar, kendi geçmişine bakarak irdeler ve tarif ederken bilimde ve sanatlarda oluşan bazı yenilikleri tayin edici özellikler olarak gördü. Bu özellikleri, bu yenilikleri bizim yeni bir çağa, döneme –her ne derseniz deyin– girdiğimizin işaretleri ve belirtileri olarak anlamak istedi. Geçmişten, bilim, teknoloji ve sanatlar aracılığıyla şu veya bu şekilde kopmuştuk. Bu kopuşun, yeniliklerin tümünün daha çok olumlu bir şekilde karşılanan bir ışıltısı, vaat ettiği bir heyecan vardı. Yaşadığımız bugün ya da yakın zamanla ilişkilendirilen bu heyecanın ve yeniliğin kaynağına Latinceden Fransızca aracılığıyla dünyaya yayılan bir kelimeyle “modern” dendi.

      Bu bağlamda kelimenin en geniş anlamıyla son yüzyılların ürünü ve insan yapısı her şeyin modern olduğu söylenebilir. Benim şimdi konuştuğum bu mikrofon, üzerimdeki kıyafet, sizin burada bir edebiyat toplantısı için toplanmış olmanız, odamızın kapısı, penceresi, şu çakmak, bu gözlüğüm, aşağı yukarı her şey bu anlamda “modern”dir. Bütün bu şeylerin, kurumların ve bunların uzantısı bir dilin kendi aralarında oluşturduğu duruma da “modernlik” diyoruz. Hepimiz şu veya bu şekilde modernliğin parçalarıyız.

      Ama bu, bizlerin birer modernist olduğumuz anlamına gelmez. Kelimenin yaygın kullanışıyla böyle olabilmemiz için modern olan şeylere, modern yöntemlere, yollara özel bir sevgimiz, olumlu bir yaklaşımımız, modern olanı tutarlı bir şekilde benimsememiz gerekir.

      Edebiyatta modernizmden ise, bu sözünü ettiğim kavramların işaret ettiğinden bambaşka bir şeyi, sınırlı bir edebiyat akımını anlıyorum.18

      Konuşmanın devamında edebiyatta modernizmin yazarlarını ve temel özelliklerini özetleyen Pamuk, modernist edebiyatın geleneksel realist akımların kurduğu temsiliyet ilişkisini koparması üzerinde durarak bizde gerçek anlamda modernist edebiyatın hiç olmadığına güçlü bir dayanak sunar. Ardından da Tanpınar’ın hiçbir zaman bir modernist sayılamayacağını iddia eder. Bu konuyu ayrıca tartışmak gerekir kuşkusuz.

      Modernist edebiyat tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış ve birçoklarına göre İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte sona ermiş bir akımdır. Benim katıldığım yaklaşımsa, modernist edebiyatın şekil değiştirerek günümüze kadar geldiği ve bundan sonra da devam edeceği yönündedir.

      Temsil meselesinden başlayalım. Geleneksel realist edebiyat yapıtları söz konusu olduğunda, yazılı metnin bizim duyularımızı uyandırarak zihnimize dünyanın bir temsilini –elbette yazarın yeteneği ölçüsünde– yansıttığı düşünülürdü. Bunun böyle olduğunu yazarının yanı sıra okur da varsayardı. Okur-yazar arasındaki yazılı olmayan anlaşma gereği, yazar dışarıdaki dünyayı yazılı metin aracılığıyla okurun zihnine yansıtırdı. Dolayısıyla edebiyat, dünyayı kavramanın, anlamanın yollarından biriydi. Romanın işaret ettiği gerçekler okuru aydınlatırdı. Bu son cümledeki “işaret etmek”, “gerçekler” ve “aydınlatmak” kavramları bir süre sonra tartışılmaya başlandı. Tartışmalar yeni arayışları gündeme getirdi. Realizm, romantizm, natüralizm gibi yaklaşımların varabilecekleri sınırlara dayandığı XIX. yüzyılın sonlarında edebiyatın kendi içine dönmesiyle, kendi üzerine kapanmasıyla, kendi üzerine düşünmesiyle anlatım biçimlerinin, anlatı yapılarının asıl mesele haline gelmesiyle yeni bir döneme girilmiş oldu.19 Elbette 1870-1930 (hatta 1945) arasındaki dönemde edebiyatın geçirdiği dönüşüm kendi iç dinamikleriyle açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Bilim ve teknikteki gelişmelere koşut olarak toplumsal yaşamın sekülerleşmesi, geleneksel olandan kopuş ve gelişmeye duyulan inanç edebiyatta yeni arayışların itici kuvveti oldu. Dünyayı en iyi şekilde yansıttığı düşünülen edebiyat artık kendi başına dünyayı kuran bir etkinlik olarak algılanmaya başlandı. Edebî eser, elbette dünyayla bir ilişki içindeydi ama bu yüksek entelektüel etkinlik dünyaya şekil veren bir güce sahipti artık. Her tür deneyselliğin kutsandığı bu dönemin üslup özelliklerini özetlemeye çalışmak aslında birçok şeyi gözden kaçırmaya ve hak etmediği ölçüde basitleştirmeye neden

Скачать книгу